ILONA, YAŞAMININ SON GÜNLERİNİ GAZİANTEP’İ TANIYARAK GEÇİRDİ

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Sayıları otuzu bulan Gaziantepli çoğu ev hanımlarından oluşan aşçılar, ricam üzerine Amerikalı 40 gurmeye elleriyle yemekler yaptılar. Gaziantepli, marifetli, becerikli hanımların yanısıra, mönüye katkıda bulunanlardan birisi Kaleli Otel’in işletmecisi Sinan Karabağlı, diğeri Anatolia Otelin executive şefi Sercan Sağlık, bir diğeri “Dayının yeri” kafenin sahibi Oktay Okukçu, diğer birisi ise yemekleri konuşturan Murad Uçaner’di.
Beni kırmayarak onca misafire yemek pişiren ve bunu keyifle yapıp, zevkle ikram eden hanımefendilerin isimlerini yazmak istiyorum. Unuttuğum isim varsa, affedilmemi rica ediyorum!
Selma Özkara, Nilgün Özdöver, Murad Uçaner’in annesi, Özden Taşar, Selma Göktekin, Serpil Nakıpoğlu, Leyla Özkıyıkçı, Necile Özkarslı, Atiye Dai, Selma Yeşilova, Selma Kanalıcı, Nurten Özkeçeci, Hülya Haksal, Güllü Koç, Zerrin Öğücü, Sabiha Yapıcı, Şahine Sun.
Gözünüzü kapatıp, Antep yemeklerini düşünün, masamızda bütün çeşitler vardı. Her bir yemek, usta bir hanımefendi tarafından yapıldığı için nefisti. En çok, şu yemeği sevdiler diyemiyeceğim, bütününden hoşlandılar zira. Misafirlerin arasında Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesinden üç profesör bulunuyordu: “Ayfer, ne kadar sağlıklı yemekler bunlar... Sizlerden öğreneceğimiz ne çok şey var” dediler.
Az önce aldığım bir habere göre, misafirlerimizden Ilona Baughman ülkemizden ayrılıp, Boston’a döndüğünün ertesi günü hastaneye yattı. Ve bir gün sonra da öldü. Ilona ileri derecede kanser hastasıydı. Kısa süre içerisinde öleceğini biliyordu. Arkadaşı Shaun Chavis’in ve doktorlarının teşvikiyle hayatının son günlerini bizimle Gaziantep, Maraş ve İstanbul’da geçirdi. Gördüklerinden, öğrendiklerinden mutlu oldu, güzel, lezzetli yemekler yedi. Çok iyi ağırlandı ve son yolculuğuna huzur içerisinde çıktı. Siz olsanız böyle bir şey yapar mısınız? Hiç tanımadığınız, pek fazla bilgi sahibi olmadığınız bir ülke ve o ülkenin insanları arasında ömrünüzün arta kalan sayılı günlerini geçirir misiniz? Sizi bilmem ama, Ilona bana örnek oldu. Demek ki ömrümüzün son günlerini evde geçirmemiz şart değil! Durumumuz ve fiziğimiz uygunsa bir başka ülkeye gidip, onların kültürünü, yemeklerini, güzelliklerini paylaşabiliriz.
Bu yazıyı yazarken, bir taraftan da Ilona’nın hayatını noktalarken neden Gaziantep’i, Maraş’ı ve İstanbul’u görmek istediğine ait bilgi akıyor mail adresime. Boston’daki bir üniversitenin gastronomi bölümünden mezun olan Ilona, Osmanlı ve Yunan mutfağı üzerine bir tez yazıyor.
Bu amaçla, Türkiye’yi ve Osmanlıyı anlatan her türlü yemek kitabı, antropoloji, arkeoloji, gezgin kitapları, Türk yazarlar tarafından yazılmış romanları satın almış. Kanser tedavisini sürdüren doktorlara da tezinden ve önündeki Türkiye seyehati imkanından bahsetmiş. Amerikalı doktorlar, ona gitmesi için büyük cesaret vermişler. Hatta, kemoterapi seanslarını düzenleyip, enerjisini artırmak için kan nakli yapmış ve kaygılanmadan bu seyehate çıkmasını öğütlemişler. Ilona’da tüm enerjisini ve iyiniyetini toplayıp gelmiş ülkemize. Döner dönmez, hastaneye yatması ailesini çok üzmüş. Ancak Ilona, onlara Gaziantep, Maraş ve İstanbul’da geçirdiği fevkalede günleri anlatıp, çektiği fotoğrafları gösterirken de pek mutlu olmuş. Özellikle beğenerek yediği yemekleri anlatırken adeta burada geçirdiği saatleri yeniden yaşıyormuş.
Aynı üniversitede gastronomi bölümünde birlikte okuduğu arkadaşları, Ilona’nın adına burs verilmesi için hemen girişimde bulunmuşlar. Ayrıca, ölmeden hayatında çok yapmak istediği bir seyehati de yapmasına, izlenimlerini fotoğraflarıyla paylaşmasına çok memnun olmuşlar.
Burs komitesine bir mail atıp, Ilona’nın adına verilen bursu alacak öğrencinin teze devam etmesini ve bu konuda tüm yardımı yapacağımı yazdım. Ayrıca burslu öğrenci Türkiye’ye gelip araştırmada bulunmak isterse, onu ağırlama görevini üstleneceğimi de ekledim.
Hayat böyle bir şey işte... Bir varsınız, bir yok... Ama, çok yapmak istediğiniz bir şeyi yapıp, amacınıza ulaştıktan sonra bu dünyadan ayrılmak, mutluluk olsa gerek.
Amerikalı misafirlerimizi götürdüğümüz diğer bir restoran İsmail Babacan’ın Zirve Park’daki lokantasıydı. Orada İsmail’in mezelerinin yanısıra balık yedik. Misafirler İsmail’in yemeklerini pek beğendiler ve çok memnun kaldılar. İsmail Babacan, restorancılığa senelerini vermiş bir insan ve bu işi de çok iyi biliyor. Gezinin düzenleyicisi ve aşçı Ana beni uyarmıştı.: “Sakın misafirlere çiğ köfte yedirme. Çiğ koyun etine alışkın değiller. Bağışıklık kazandıkları farklı bir bakteri ile karşılaşırlarsa hasta olabilirler, o da bize zor olur.”
Ben de çiğ köfteyi tüm mönülerden çıkardım. Ancak, nasıl oldu bilmiyorum, baktım ki İsmail’de çiğ köfte yiyorlar, hem de pek beğeniyorlar. O kadar korktum ve endişe ettim ki, yemelerine mani de olamadım. Neyse, ertesi gün midesi bozulan ve hasta olan kimse yoktu. Hasta olmamalarını şanstan öte, İsmail’in restoran işletmeciliği konusundaki titizliğine, hassasiyetine bağlıyorum.

ILONA, YAŞAMININ SON GÜNLERİNİ GAZİANTEP’İ TANIYARAK GEÇİRDİ