Yeryüzü Barışın Yüzü Olana Dek!
“Edebiyatın ve sanatın gücüyle savaş sonlanır.”
Binlerce yıllık tarihsel deneyimlerin en can yakıcı yönü hepimizin bir potada eritilmesi; herkesi, her şeyi aynı ve benzer çerçeveye oturtmayı beceren muazzam üstünlüklü bir gücün oluşmasıydı. Kendine göre her şeyi şekillendiren, benzeştiren ve tekleştiren küresel büyük bir iradenin varlığından çoğunluğumuz muzdaripiz.
Duyarlılıklarımızı, tepkilerimizi, zihinsel reflekslerimizi, duygusal birikimlerimizi aslında özgücümüz ile açığa çıkaramıyoruz. Erkin ve katı kuralcı düzenin dişlisi haline getirilmişiz. Belki de çektiğimiz acılar, savaşlar, şiddet, yokluk bunların sızıntısıdır.
Hiçbir şey tarihin, geçmişin bilgisi ve ilgisi olmadan gerçekleşmiyor. Attığımız her adımda benliğimize ışık yerine yüklenmiş gölgelerin boyunduruğuyuz. Sürekli bir dayatma, hükmetme, en iyiyi sahip olma, kendine mal etme ve “kendin gibi olma” kültürü en seçkin kültür olarak benimsemeye göre yoğrulmuşuz. Kabullenmesek de reddetsek de, mantıklı gerekçelerimizi dizsek de birileri bizi bizden çoktan aldı ve kendine göre yonttu.
Kendimizle yüzleşmek ve kendi gerçekliğimize inme düşüncesini şiddetle püskürtmekteyiz. Barışı, savaşı, açlığı, yoksulluğu, enerji krizlerini, göçleri, gıda sorunlarını, iklimsel gerçekleri tariflerken statükoda takılı kalıyoruz; bunun yenilgisiyle tüm kötülükleri, şiddeti, sömürüyü bile sınıflandırarak gerekçelendirme kurnazlığına sarılıyoruz.
Uzun süredir yanı başımızda; Suriye’de, Irak’ta, Filistin ve Afganistan’daki savaş, şiddet ve işgalleri ayrı, Ukrayna’daki işgali-savaşı ayrı kategorize edebiliyoruz; gözyaşlarımız, reflekslerimiz, barış söylemlerimiz, duyarlılık hamlelerimiz inanılmaz bir ayrımcılıkla kendini sırıtıyor.
Savaşların sonuçlarını, bedellerini can damarlımızda zaten hissediyoruz. Ülkemize göçler, hayat pahalılığı, yoksullaşma, sınıflar arası uçurum, patlamalar, güvenlik kaygısı, hepsi sınırlarımızda süren savaşın bize mirası değil mi? Savaşa, şiddete, sömürüye, baskı, ölüme, öldürmeye karşı “irademiz ve tepkimizdeki seçicilik,” savaşı önleyemez ve insana ayrıca patolojik bir yüktür.
Gündüz Vassaf, T24’te “Bu savaş kazanılmaz” başlıklı muhteşem yazısından bir bölümünü paylaşmak istiyorum:
“Sen ve ben,
Gezegenimizin felakete gitmesinin, türlerin katliamının, uygarlıklarımızı bekleyen sonun sessiz sorumlularıyız.
Sen ve ben,
Tüketim patolojimizin bağımlısı, açlıktan, yoksulluktan kırılanların vah vah vicdanlı seyircisiyiz.
Bilsinler ki savaş kaçınılmazdır diyenler savaş çığırtkanıdır.”
Savaşlara karşı duruşumuz tek olmalı, samimi olmalı. Haklı, gerekçeli, kurallı savaşı kabullenmemizi dayatıyorlar; her savaş aynıdır,
Savaş varlığa-kültüre-dayanışmaya karşı; tüm savaşlar doğanın, mitolojinin, sanatın yani hayatların yıkımlarını hazırlayıcısıdır.
Hepimiz bu savaşların kurbanlarıyız, hepimiz savaşların yıkıntılarıyız. Her savaş acıyı, ayrışmayı, öfkeyi, kötülüğü ve yeni savaşları temellendirir.
Her ölenle öldüğümüzü, her kinle kinlendiğimizi, öfkeyle savrulduğumuzu, ayrışmayla yeryüzünü zehirlediğimizi ve savaşların bizim ihtiyacımız olmadığını kavradığımızda; hakikati, özgürlüğü, adaleti örgütleyebiliriz.
Unutmayalım ki! İnsan sevinçleri, neşeyi, mutlu olmayı, güvende olmayı daha çok hak arzuluyor.
Savaşın panzehiri sanattır, bilimdir, bilgidir, vicdandır; sanat ve edebiyat yine savaşın hedefinde olsa da sanat insanın ve yaşamın iyileştiricisi; barışın en vurgulu ezgisi olarak yankılanmayı sürdürecek.
Zor olanı başarmak, acil olanı başarmak barışa inanmak zorundayız.