Hepimizin Canlanacağı Baharı Olmalı!
“Kendi kendinin rehinesi/tutsağı haline gelen özne kendi kendisinden nasıl kurtulacağını bilemez bir durumadır.” Jean Baudrillard
İnsan kendi dışındaki ‘tüm ötekilerin’ iyiliğinden sorumludur. Tüm canlı varlıkların yeri, yurdu, yaşamsal alanlarını ve doğal kaynaklarını koruma görevinden hiçbir birey ve kuruluş kaçamaz.
İnsanlar, insanların ortak oluşturduğu kurumlar; yaşam hakkını ve yaşamı yeterli güvencede tutma, haksızlıklara karşı ellerinden gelmeyi yapmakla yükümlüdürler.
Gerçek dünya ve mutlak akışla el ele tutunmak; bu yolu koşmak; bütünle özdeşleşmekte ısrarcı olmak dışında bir şansımız var mı ki? Hayatla daha anlamlı yüzleşmek istiyorsak, bir anı bile boş geçirmeden zihinsel gençliği yaratmak zorundayız; varlığımızın diriliş mevsimini kucaklamalıyız; duygusal birikimlerimizi kararlılıkla yüceltmeliyiz.
Çağımız kendine yeni savunular yarattı; doğayı ve insanlık değerlerini dehşete düşüren “zayıflıklar, kin, öfke, bencillik ve ayrımcılık” kabul görür öğretiler haline getirildi. Yumuşak kalplilik, sevgi dolu özveri, beklentisiz görev bilinci uğradığı hilelere dayanamadı; itaate zorlandı varoluşumuz ve kabuğuna saklandı şeffaflığımız.
Belki de biz iki kez var oluruz; ilkinde biyolojik olarak doğarız ve doğduktan sonra bizi içine alan kaideler, toplumsal normlar, kurumlar, ezberlenmiş iddialar tarafından biçimlenerek ikinci kez yaratılırız.
İnsan kendisiyle beraber sorumluluklarını da doğurur. Bu bir tercih değildir. Bilinmez olan birçok şey insana ilk andan itibaren sınırlarını da dayatır. Abluka, toplum psikolojisi, sosyolojik birikim, ırksal ve kültürel içgüdüler sismik hızla beden ve ruha boyun büktürür. Kamburlaştıran kırılganlık yükü altındayızdır artık!
Sorumluluk ve yükümlülüklerimiz o kadar bol ki, bunları yasalarla, kurallarla, inançlarla, gelenek ve göreneklerle tariflemek çok cılız kalacaktır. Bunların ‘mutlak kesinlikleri’ benliğe o kadar yoğun ihtiva eder ki, kum tanesi hafifliğinde daldan dala uçuşan özgür ruhlarımız çarçur olur…
Bizi bizden çalan yığınla genel geçer görüşün pençesi yolumuzu gözler: Yaşama değdiğimiz ilk anda başucumuza bağdaş kuran yapaylığın; düşünme, hissetme ve içsel isteklerimize son veren egoların ve amaçların kurbanı değil miyiz? Nietzsche’nin dediği gibi: “Amaçları biz icat ettik, realitede amaç yoktur.”
Farkında olamadığımız ya da algılamada bize kota konulan ve öğretilen “sahte esas;’ yaşamımızı sürekli kontrol vazifesi üstlenmektedir. Oysaki yaşam bizi sürekli “değerler yaratmaya,” dönüşümler gerçekleştirmeye ve yeniden yeniden bizi nesnele uyumlu hale getirmeye zorlamıyor mu?
İçimize işleyen uyuşukluk ve boş vermişlik hissinin en ölümcül etkisini sonlandırmadan umut taşları döşenemez. Aklımızın, duygusal birikimimizin, düşünme yetimizin ve doğrusal özümüzün götürdüğü yöne direncimizi seferber etmeliyiz.
İyilik biriktirecek bir kalbe her an muhtacız. “Kalbimizin dinine” sarılmalıyız! İçimizdeki tüm canlı kavrayışı saygı değer yolculukla taçlandırmalıyız.
Gizlemeden sevinçleri, neşeyi, coşkuyu ve eksiltmeden mutlulukları kâinatla buluşturma onuruna erişmeliyiz!
Yeryüzünün her suyunu, tüm ormanını, çok renkteki toprağı ve her dildeki sesi, susturulmuş tarihleri, boy atan acıları, yoklukları, yıkıntıları hissetmekle başlasın yolculuğumuz…
Yararlanılan Kaynaklar:
1.Düşünme Ve Tartışma Özgürlüğü Üzerine (J.S.Mill)
2.Şeytana Satılan Ruh(Jean Baudrillard)
3.Kitlelerin Psikolojisi (Gustave Le Bon)
4.Putların Alacakaranlığında (Nietzsche)