Ruhun Mülkiyette Boğulduğu Kıyıdayız!
“Bir damla kötülük en soylu varlığı lekeler ve yıkar bazen.” W.Shakespeare
Kabına sığmaz bir gerçekliktir hayat. Doğrunun ta kendisi, bazen de yalanın yenilgisi olur hayat. Çökük yüreği, acılı bağrı ve soluk benzi ürkütse de hayatın anlamına kaygısızca ve derinlemesine uçmak isteriz. Doğru, yerin dibinde de olsa her an onun peşinden koşturmaktan sızlanmayız. Hem hayatın içinde olmaktan hem de hayatı kovalamaktan asla bıkmayız. Bazen kendimize ve dünyaya bir güzellik yapıp hayatı çoraklıktan kurtarma çabamızdan çok mutluluk duyarız.
Biliyoruz ki yaşadıklarımız bizim belirlediklerimiz değildir; tarihin tekerrürüdür, tarih yeni zamanda yaşanandır. Bugün yaşadıklarımız sadece geçmişin kılık değiştirmiş halidir belki de. Eski hayatları bize taşıyan, öncemizin ipuçlarını ele veren ve yıldızların yanarak bizi ışıldattığına ikna edenlerin bilinçlerine kulak vermek bize ne kaybettirir ki?
Edebiyat, sanat, tarih, kültür, felsefeden yol alarak hayatla buluşmak; doğruluğa, iyiliğe, gerçeğe ve özümüze bizi taşıyan kanallar değil mi? Güneşte kavrulmuş ellerimizin okyanusu avuçlar gibi gönüllerimizi açmalıyız düşünürlere bilgelere, aydınlara ve yazarlara.
Yazar Jack London bodur kalmış ruhlara, çirkin düşüncelere, körelmiş duygulara, sevgiden ve vicdandan uzaklaşmış zihinlere edebiyatla savaş açanlardandır. “Tüm nitelikler arızalandı, ışık ve kahkaha söndü,” diyen London; gökyüzüne, kırlara, müziğe, renklere ve sevinçlere giden yolların izini sürer.
Jack London’ın “Uçurum İnsanları kitabı;” insan tarafından insana tertiplenmiş ölümcül tuzakları en can yakıcı görünümüyle ortalığa saçmaktadır. London bu kitabında, medeniyetin merkezinde saklanan fakirliği, kıyafetsiz, evsiz, yemeksiz, ümitsiz ve dermansızlığın görülmediği-gösterilmediği dünyaya uzanıyor. Koca yaşamların, köleleştirilmiş insanlığın, kötülüğün ve çirkinliğin sokaklarda sonsuzca dizildiği medeniyete çatıyor. Bin dokuz yüzlü yıllarda “şahlanan İngiliz Krallığının” başkenti Londra’nın doğusuna reva görülen kokuşmuşluğa kafa atıyor.
Ruha değil de, mülkiyete dayalı bir medeniyette mülkiyetin insandan ve yaşamdan daha da yüceltilmesine; mülkiyetin her şeyden daha üstün tutulmasının yarattığı değerler yıkımı ve yazarın bu yıkıcı anlayışa cesurca direnişi kitabın kalbidir.
Baskın ekonomik güç: İnsanlara daracık ışıksız hücreleri reva gördü, doğal yaşamı çölleştirdi, kalbi nasır tutan bu zihniyet eşitsizliği on binlerce kilometreye yaydı. Jack London deyimiyle; “insanlar sınır taşlarını kaldırıp çaldıkları sürüleri otlatıyorlar,”
Montesquieu diyor ki; “Bir sürü insanın tek bir kişi için elbise yapmaya çalışması pek çok insanın tek bir parça giyecek kıyafet bulamamasının sebebidir.” Bir Çin atasözü de; “bir insan tembellik yaparak yaşarsa, başka bir insan açlıktan ölür.” Aslında bu iki söz yeryüzündeki devasal çürümüşlüğün “ahlarını ve acılarını” öyle derinlemesine sıçratıyor ki, utkumuz tutuluyor.
Gelir eşitsizliği, yalan oltasına takılan değerler, gerçeğin çarpıtılmışlığı ve sınıflar arası uçurum; bir tarafta sesi, soluğu, nefesi ve umudu grileşerek üretenler ve diğer taraftan doğanın ve insanlığın birikimleri ile ağlarına parıldatanlar. İşte London ustalıkla ve güçten düşmeden tüm bunlarla başa çıkmayı deniyor.
“Biz bilimin ışığında yol alırken, zaman boyunca şansımız yürürken, niçin kirlensin sokak çocukları, ruhları kararıp şehrin çamuruna bulansın? Şurada pis dam altında hem canlılar hem ölüler yaşıyor,” diyen London; medeniyet adı altında bize pazarlanan vahşi, aymaz, aç gözlü arzuların insanlığı karanlığa gömerken ki hüznünü akıtıyor.
“Hayatı sonuna kadar yaşamayı sağlayan, fiziksel ve ruhsal sağlığa faydalı olan her şey iyiydi ama hayatı bize zindan eden, bizi inciten ve ilerlememizin önüne geçen her şey kötüydü.”
Yeryüzü herkese çocukluk ve bir yaşam hakkı borçludur!
Yararlanılan Kaynaklar:
Uçurum İnsanları (Jack London)
Hamlet (William Shakespeare)