O kadarı da olsun artık...

YAYINLAMA: 17 Mart 2017 / 20.00 | GÜNCELLEME: 17 Mart 2017 / 20.00

BRÜKSEL - Yirmi gündür Avrupa'dayım. Brüksel'i odak noktası yapıp günübirlik Almanya'nın, Hollanda'nın yakın kentlerine gidebiliyorum. En çok da Belçika'nın... Çünkü, ulaşım çok rahat... Karayolları, standartların da üzerinde... Havayolu ulaşımı da öyle...
Ulaşım kolaylığı olunca insan bulunduğu bir yerde pinekleyip duramuyor. Yapay da olsa kimi güzellikleri görmek istiyor.
Avrupa kentleri, 20. Yüzyılın birinci yarısında İkinci Büyük Savaş'ta yaşadığı yıkımın izlerini çoktan silip atmış... Sosyal yaşama ve kalkınmaya yeni boyutlar katmak için yoğun bir çaba içinde gözüküyor.
İnsan yaşamını geliştirmek birincil hedef seçilip bunun etrafında şekilsel güzellikler peşinde takılmış yerel yönetimler.
Herşey insan için...
Avrupa'nın hangi kentine yolunuz düşse aynı hava, aynı görüntü ve aynı tip insanlar...
Saygılı... Kanaatkar... Sabırlı... Güvenli...
Kendi dünyasını yaşayan...
Eğlenmeyi kendine görev bilen... Buna zaman ayıran.
Dinlenme saatlerinden fedakarlık yapmayan...
Bir tür standart insan tipi...
Sanki insanlar otomatiğe bağlanmışlar.
Herkes işinde-gücünde... Çalışma saatlerinden fedakarlık olmayan, işini son derece önemseyen bir anlayış...
Zaten, böyle düşünmeyenin böylesine disiplinli bir çalışma düzeninde/dünyasında barınması/tutunması olası değil.
Herkes işinde-gücünde...
İş saatlerinde sokakta-caddede karşılaşmak ne mümkün... Ayaküstü şöyle merhabalaşıp laflamak... O bize özgü bir yaşam tarzı...
Kimse kimseye zaman ayıracak durumda değil. Çalışan bir makine düzeneğinde dişlilerden birinin durması olası mı?
Kentler kendi dünyalarını yaşıyor bu düzende... Çalışan aile bireyleri sabahın köründe iş derdine düşer, çoğu kahvaltı yapamadan otosuna atlar, kimileri metroyla işyerine koşar. Bu arada, varsa küçük çocuk kreşe bırakılır, mesai bitiminde oradan alınır.
Hafta sonu özellikle Cumartesi günleri mutfak için gerekli tüketim/yiyecek maddeleri alınır. Alınmazsa sorunlar yaşanır. Çünkü, bu ihmal edilirse markete gidip-gelme hem bir maliyet, hem de zaman kaybı olarak yaşanır.
Dedim ya, insanlar standartlaşmış...
Bu düzenin en çok trafik akımı hoşuma gidiyor. Ne bir klakson/korna sesi, ne bir itişme-kakışma... Her sürücü, hakkını biliyor, diğerinin hukukuna son derece saygı gösteriyor.
Yayalar sokakta, caddede özgür olmanın rahatlığını yaşıyor. Sokaklar-caddeler yayaların hakkı gözetilerek düzenlenmiş, işyerlerinin bu alanları işgaline fırsat tanınmamış...
En güzeli de cadde ya da sokakta trafikte yaya kaldırımına geldiniz karşıya geçmeye yöneldiğiniz an, trafik akan su gibi duruyor birden... Bir general edasıyla ve oto şoförünü selamlayarak geçiyorsunuz karşı kaldırıma... Bir gurur kaplıyor insanın içini...
Ne bir klakson/korna sesi, ne bir homurtu, ne bir kulakları tırmalayan fren sesi...
Yirmi gündür buradayım, dün uzaktan gelen bir cankurtaran sesiyle kendime geldim.
Brüksel'deymişim... Yalnızlık düştü içime birden
Ne de olsa alışmışız, bizim o harala/gürele yaşama... Bu da bizim zenginliğimiz mi acaba?
Bu sabah daha farklı bir olay yaşadım. Kızımın evi Avrupa'ya has, kent merkezi dışında öyle çok katlı değil. Dubleks, küçük bahçeli... Tam yazımı yazmaya başladım, kumru kuşlarından birinin habire öterek aşk çağrısı yaptığını duyunca bir hoş oldum.
Ülkem, arkadaşlarım, evim, bahçem, kumrularım aklıma geldi.
Buralar öyle-böyle de...
Türkiye, kavgasıyla, gürültüsüyle, sevdasıyla, yaşamıyla ve tüm farklı değerleriyle bir başka güzellikler/zenginlikler ülkesi...
Kusuru yok mu?
O kadarı "kadı kızında da var."

O kadarı da olsun artık...