BABALAR GÜNÜ

YAYINLAMA: 18 Haziran 2018 / 20.00 | GÜNCELLEME: 18 Haziran 2018 / 20.00

Dün ‘Babalar Günü’ydü.
Bugün köşemi bu kutsal (TDK: Tapılacak ya da yolunda can verilecek denli sevilen) güne ayırıyorum.
Cengiz Halil Çiçek, güzel bir ‘Babalar Günü’ yazısı göndermiş bana. Hüzünle bu yazıyı sizinle paylaşmak istedim.

Yaşım 57, bırakın babalar gününü, birisi başlatsa dedeler gününü kutlayacağım ama 11 yıl önce ebediyete uğurladığımız babamın yokluğunun acısını her geçen yıl daha çok hissediyorum.

Babam, köy öğretmeni Mehmet Çiçek, Akçadağ Öğretmen Okulu’ndan mezun olunca soluğu ilk görev yeri Hakkari’de almış. Van’dan Hakkari’ye at sırtında nasıl yolculuk yaptıklarını anlatınca inanamazdım. Her türlü ulaşım olanağına rağmen o yaştaki gençleri artık aileleri askere götürüp, yemin törenlerine katılıyor, dağıtımına eşlik ediyorlar.

Yakışıklıydı, görev yaptığı köylerde sevilir, sayılırdı. Çok titizdi hem de başta annem olmak üzere çevresindekilere eziyet denilecek derecede titiz birisiydi. Annem kömür ütüsü ile pantolonunu ütüler, babam okula giderdi. Öğle yemeği için lojmana geldiğinde pantolon bir kez daha ütülenmeliydi.

Hatta halalarım, yengelerim anlatırlardı; saçına daha iyi geldiği için suyu kovalarla cami çeşmesinden getirtirmiş. Babam rahmetli yakışıklıydı, Clark Gable ve Ayhan Işık’a benzetirlerdi, bir dönem moda olan Clark Gable bıyıkları ile dikkat çekerdi. Clark çeker miydi, bilmiyorum.

Hakkari’den sonra tayinle geldiği Gaziantep’te Ispatırın (Sarısalkım), İncesu ve Karahüyük köylerindeki görevinin ardından, Balıkesir’in Manyas İlçesi’ne bağlı Salur ve Gönen’in Doğancı köyünde görev yaptı. İlk defa tanık olduğumuz depremin korkusu ile o güzelim coğrafya ve kültürden, Mersin’e tayinini istedi, bir anlamda kaçtık.

Tarsus’a bağlı Hacıbozan köyü ve Mersin merkezde ilkokul öğretmeni olarak görev yaptı. Şu anda Şehitkamil’e bağlı Sarısalkım Mahallesi olarak kayıtlarda yer alan Ispatırın köyünde doğmuşum. Babamın iki yıl görev yaptığı Ispatırın’da, kendisinden sonra görev alan merhum Yaşar Torun’un, “Babandan sonra o köyde on yıl görev yaptım ama izini silemedim” sözü bana ödüllerin en güzeli olmuştu.

Babam küçük yaşlardan itibaren beni hayata hazırlamıştı. Bir defasında, Mersin’de otururken rahatsızdı, evrakları imzalatmam için Milli Eğitime gönderdiğinde 11 yaşındaydım. Yürüyerek, her adımda sokranarak gittim, dediği yetkiliyi buldum, evrakları uzattım. Aldı, inceledi ve evrakları uzatarak, “Burası imzalanmamış, git imzalatıp getir” dedi.

Kızgınlığımı anlatmam mümkün değil. Hele eve girdiğimde babamın, “eksik imza mı var” diye beni karşılamasına çıldırmamam mümkün mü? Ama bana ders oldu. O günden sonra bana verilen evrakların imzalarının tamam olup olmadığını kontrol etmeye başladım. Babam beni eğitmişti ama gıyaben de olsa büyüklerime saygısızlık yapmama yol açmıştı!

Evlendikten sonra ekonomik nedenlerle babamlarla birlikte oturuyorduk. 9 yıl boyunca aynı kaptan yedik, içtik. Bir gün, “Oğlum, artık ayrılın, gidin ayrı eve taşının” dedi. Şaşırmıştım, “Hayırdır baba, bir sorun mu var” diye sorduğumda, “Hayır, aynı evde oturduğumuz sürece siz ev olamazsınız, bundan dolayı ayrı eve taşınmanız gerekir” demişti. Dediğini yaptım. Babam beni büyütmüştü.
Babama bazen pembe yalanlar söylerdim. Büyükleri yaşayan herkese de aynı yalanlara başvurmalarını öneririm. Anadolu Ajansı Gaziantep Bölge Müdürü olarak görev yaptığım sırada, haber yazarken zaman zaman arardım; “Baba, bir haber yazıyorum, şöyle bir kelime geçiyor, bunu nasıl kullanırsam daha iyi anlam kazanır? Senin Akçadağ Öğretmen Okulu’nda öğrenciyken aldığın detaylı Türkçe kitabına bakar mısın?” derdim.

Haber özellikle Ajanslarda zamanla yarışarak servis edilir, bekleme şansım yok. Aslında babama sorduğum kelimenin en iyi, en anlaşılırı olmasa da karşılığını yazarak haberi geçerdim. Babam bir süre arar ve o kelimenin karşılığını öyle güzel açıklardı ki, sessizce dinler, zihnimdeki eksikleri tamamlar, yanlışları düzeltirdim. Kapatırken de kendisine teşekkür eder ve “Baba iyi ki varsın, haber şimdi daha güzel oldu” derdim.

Akşam eve gittiğimde babamın daha mağrur oturduğunu, Anadolu Ajansı Bölge Müdürü olan oğluna Türkçe konusunda yardımcı olmanın gururunu yaşadığını görürdüm. Bunu ya da benzerini her ay değilse de bilinçli olarak iki ayda bir yapardım. Bu arada, babamın haberinin olmadığı hiçbir konum olmadı. Her konuda kendisine bilgi verirdim.

Babamla konuşmaların gelecek zaman dilimini içerirdi, hiçbir zaman ‘di’li geçmiş zamanla cümle kurmadım. “Aldım, sattım, yaptım, vs”. demedim, “alacağım, satacağım, yapacağım, bu konuda senin görüşün nedir” diye “sakalının altından geçerek” fikirlerine önem verdiğimi ve kendisinin ailemizin büyüğü olduğu gerçeğini her fırsatta canlı tutardım.

Babam uzun süren ciddi bir rahatsızlık yaşadı. Hepatit-C’ye bağlı sirozdan 11 yıl önce hayatını kaybetti. O dönemki tıbbi olanaklar (daha doğrusu olanaksızlıklar) nedeniyle hastalığına çok uzun yıllar teşhis konulamadı. Bu konu aslında başlı başına anlatılacak boyutta. Yıllarca Ankara’ya gitti, tedavisini aksatmadı. Hastalığının tedavisi konusunda çok titizdi. Önce üç ayda bir başlayan kontroller sonra iki ayda bire, ayda bire ve hatta 15 günde bire kadar sıklaştı.

Ankara Üniversitesi Hastanesi’nde yatarken, tedavisini yürüten Prof. Dr. Hakan Bey’e, “Hocam, babamın durumu ne olacak” diye sorduğumda, “Mehmet Bey ile tedavisine başladığımız hastaları 5-6 yıl önce kaybettik. Hastalığını bildiği ve istenilenleri yaptığı için bugüne geldi ama artık yapacak çok bir şey kalmadı” yanıtını aldığımda, o ana kadar yakıştıramadığım kaçınılmaz sonu tablo gibi karşımda gördüm.

Kasım ayında yaptığımız bu konuşmadan sonra Gaziantep’e getirdiğimiz babamı, 24 Ocak 2007’de kaybettik. Hala üzüldüğüm iki konu var. Kurban Bayramı yılbaşına denk gelmişti, kurban eti ile uğraşıyordum, benden çiğ köfte istedi, “Baba yorgunum, yoğuramıyorum” dedim. “Oğlum, şöyle bir topak yoğursan” diyerek istediğini tekrarladı ama gerçekten yoğuramıyordum ki vefatından sonra anladık, kalın bağırsak kanserine yakalanmışım ve hastalık beni takatsiz bırakmış.

Bu kadar doğrucu olmama gerek var mıydı? Mutfakta birisine yoğurtup, sonunda elimi köfteye daldırıp iki üç yoğurma işlemi yapıp kendisine ellerimle yediremez miydim? Ah kafam, akıl bazen tutuluyor. Bir de o sırada ciğer kavurması istedi, kendisine yaramaz diye yağsız pişirttim. Her zaman sağlığı için yağsız yiyen babam, ısrarla kuyruk yağı ile kavrulmasını istedi, kabul etmedim.

Demek ki, insan yakınlarına ölümü yakıştıramıyor. Kaçınılmaz son görülüyordu. Çiğ köfteyi başkasına yoğurtup, ben yoğurmuşum gibi kendisine sunmadım (Benim yoğurduğum çiğ köfteyi severek yerdi), ciğeri yağlı kavurtmadım. Yağlı istiyorsa o şekilde pişirip verdirmedim, 11 yıldan beri bu iki konuda kendimi affetmem.

Bugün babalar günü, babamı daimî ikametgahında ziyaret edeceğim, yaşıyormuş gibi Babalar Günü’nü kutlayacağım. Allah mekanını Cennet etsin. 11 yıldan beri büyük aile olarak bir arada olduğumuzda, “Babam olsa, şöyle derdi, şu şekilde yapardık” sözünü sıklıkla kullanıyoruz. Farklı dünyada olması bizim için yok anlamını taşımıyor.

Uzun yazdım, öneride bulunmak istiyorum. Babamlarla aynı apartmanda oturuyorduk. İşten geç saatlere kalmadan gelirsem hemen her gün ayaküstü de olsak görüşürdüm. Paylaşmadığım hiçbir konum yok. Sırdaşımdı. Anlattıklarım hoşuna gitmeyip sadece dinlemekle yetinse de benim için anlamlıydı.

Aradan 11 yıl geçti, özellikle tedavisi noktasında, “Keşke şunu da yapsaydık” dediğim hiçbir konu yok. Ama aynı apartmanda olmamıza ve sık görüşmemize rağmen, “Keşke daha çok görüşseydik, acaba daha fazla bir arada olamaz mıydık diye sıklıkla kendime sorarım.

Annesi, babası başta olmak üzere büyükleri ve yakınları yaşayan herkesi, onları sık sık aramaya, onlarla görüşmeye çağırıyorum. Giden gelmiyor. Yaşadığınız, paylaştığınız an kazanç oluyor. Annenizi, babanızı mümkünse yüz yüze, değilse hemen her gün telefonla bir dakikalığına da olsa arayıp, konuşun, görüşün, yaşadığınız zamanın kıymetini bilin.

Tüm babaların ve çocuğu olmasa da baba ruhlu herkesin Babalar Günü’nü kutlarım.


BABALAR GÜNÜ