Yeryüzü Hepimizindir!

YAYINLAMA: 23 Mayıs 2023 / 11.00 | GÜNCELLEME: 23 Mayıs 2023 / 11.00

“İyi bir vicdan iyi bir şöhretten çok fazla şey ifade eder.” Schopenhauer

 

İnsanlar yıllarca kendisini mutlu eden şeylere (aşk, sevgi, dostluk, sosyal veya kültürel ortama…) ulaşmak isterler. Bulduklarında ise ne kadar keyfini çıkarırlar ona kefil olamayız. Mutluluk diye bulunan şeyle birlikte, “şimdi ne olacak tedirginliği ve bitme korkusu” sarmalar. Zihnimizin bitmeyen istekleri, “bir şeylerin daha çoğundan” istemesi genel olarak bizdeki zevk, keyif ve coşkunun kalıcı olmasını engelliyor.

Hoşumuza gitmeyen şeyler karşımıza çıktığında ise elbette keyifsizlik, huzursuzluk ve kaygılar da beraberinde bize bulaşır. Gelenek, görenekçi ve toplumsal normun algılarıyla normallik atfedilen; ve insan doğasına aykırı deneyimler yayıldıkça mutsuzluk örüntümüz katlanarak bizi karamsarlaştırır. Mutlu olmaya çalışmak, mutlu olacağı günü beklemek, sırmış gibi onu “karanlık yerinden” almaya didinmek; hayranlıkla bakabileceğimiz ve özenle koruyacağımız bir şey değildir mutluluk.

Daha iyisine ulaşma arzusu, düşünsel sağlımızı da zıt yönlü etkileyerek başımıza bela olan kederin yoğunlaşmasına vesile olmakta. Harari’ye göre, “acı ve ruhsal kaostan kurtulmanın tek yolu gerçekliğin olduğu gibi yaşaması için zihni eğitmektir.” Gerçeğin olduğu gibi algılanmasına ket vuruldukça ise arzularımızdan ızdıraplar doğacaktır.

Eskimiş, hantallaşmış ve harabeye dönmüş ve de takatsiz kalmış bilincin baskısına yenik düşmek istemiyorsak; duygusal cesaretimizi taze tutacak ve zihinsel ufkumuzu kalaylayacak ortamlara açık tutmalıyız. Kalıplaşmış, zor, acımasız ve doğal yaşam yasaları ile uyumlu olmayan her duygu, her his ve her tutucu etkiye maruz kaldıkça “vay halimize, ne olacak bize” deme serzenişinden yakamızı sıyıramayız.

Dünyadaki her yüce değerin, onarıcı duyarlılıkların ve tüm harika duyumsamaların çevresiyle aykırı düşünen bir ya da birkaç kişinin fikirlerinden; bu kişilerin dürtü ve zihinsel özgürlüğünden doğduğunu unutmayalım.

Biyoloji, sosyoloji, tarih ve felsefe gibi bilimler doğanın kendiliğinden oluşan ve sunduğu değişmez mantıkları olduğunu sık sık bize hatırlatır. Bu işleyiş sadece bitkiler, hayvanlar, doğa olayları ile sınırlı değildir; yaşamsal sürdürülebilirliğin esasıdır. Doğanın tüm efektlerine saygıda kusur etmeksizin kendimizi doğurmalı ve azimle hakiki dönüşümler yaratılmalıdır.

Kendiliğinden var olan doğanın mantıksal işlevleri neden sonuç dinamikleri ile izah edilmekte. Her vaka, aktivite, kötülük, acı, göç, mutsuzluk, savaş ve yıkımların ilintili olduğu sebep-sonuç ilişkisi özü teşkil etmektedir. Bu gerçeği yadsıyarak engel, zorluk ve güçlüklere karşı tutarlı ve kararlılıkla ilerlemek mümkün olmayacaktır. Bireyi, toplumları, “coğrafi kederleri,” evrensel ufukları ve dünyadaki sosyo-ekonomik-siyasal politikaları amaç-sebep-sonuç realitelerinden kopuk yorumlayamayız.

Küresel boyuttaki elem, acı, yokluk, eşitsizlik, sınıflaşma, öfke, şiddet, tepki ve şuursuz düşmanlık; “galip gelme, başarılı olma, üste çıkma ve hedefi gerçekleştirme durumunun” yarattığı vahimce sonuçlar değil mi? Neden ve sonuçlardaki payımızı göz ardı ederek haksızlığa maruz kalan hayatları, ortamı ve bireyi gözümüze kestirir; ve onlar üzerinde güç gösterisi planlayarak “otoritenin payendesinde” sıradan bir mevki edinmeye çalışırız. “Vur abalıya,” “bir tekme de sen vur” deyimleri bir kez daha geçerliliğini burada ispatlarken; zihinsel, varoluşsal ve ruhsal çürümüşlük meydana sızıyor.

Bir yerlerde savaş, kıtlık, kuraklık, yoksulluk, çatışma varsa her coğrafya ve her topluma yansıyacaktır. Ortadoğu, Irak, Afganistan, Filistin, Lübnan ve Suriye’de tüm hararetiyle sürdürülen savaş, şiddet, ölüm, göç, çatışma sarmalından da kendimizi bağımsızlaştıramayız. Dünya ve bizlere bu savaşların her tür etkisi ulaşacaktır. Sadece bireysel ve toplumsal sorumluluklarımızla yetinemeyiz; evrensel, küresel sorumluluklarımızda var; ve insanlığa, doğaya dair de bitmeyen görevlerimiz var, bunlardan asla azade değiliz.

 Sömürgeci, egemen, rantçı, işgalci güçler tarafından yanı başımızda yıllardır sürdürülen savaş ile birlikte ülkemize kontrolsüz ve plansızca kaçak giriş yapanlara, göçmen ve mültecilere dair toplumun kaygı, endişe, korku duyması ve eleştiriler yöneltmesi anlaşılır bir durum.  Elbette toplumun bu tepki ve fikirlerine itibar edilmeli ve ciddiyetle yaklaşılmalıdır. Ancak savaşa, işgallere ve de insanları yerinden, yurdundan, evinden, toprağından, yaşamından, sevdiklerinden edenlere dair bir söz söylemeden; ırkçı, şoven ve milliyetçi duygular pompalanarak; göçmen ve mültecilere düşmanca yaklaşımı büyütmek insani, ahlaki, barışçıl, sağduyulu, adaletli ve vicdani değildir.

Karalar, ormanlar, denizler, gökyüzü kimsenin tapulu malı değildir. Ekvator, altı kıta, yedi iklim, evren hepimizindir. Tüm bireyler, yaşamın sürdürülebilir olduğu her coğrafyada kendi iradesiyle hayatını idame etme hakkına sahiptir. Devletlerin ve kurumların görevi ise bunları engellemek değil; her ırktaki, her cinsteki, her dilden, her kimlikten ve her coğrafyadan insanları ayrımsız; bir arada eşit, özgür, adaletli ve güven içinde yaşamsal koşullarını sağlamaktır. Unutmayalım savaşın, işgalin ve çatışmanın yarattığı mağdurlar suçlu değil, bunları yaratanlar suçludur.

Birlikte güldüğümüz insanlar çoğaldıkça; inanç, düşünce ve sevgileri ile kervanı büyütenler oldukça; neşe ve kederi buluşturanlar; sınırları ve ülkeleri ayırmayanlar sayesinde büyür dünya. Baharın çiçekleri, bahçelerin tutkuları böylece kokularını salar yeryüzüne. İşte mutluluk böyle bir şey olmalı…

Ne diyordu, Alain De Botton: “İnsanları üzme; haksız olduklarını düşündüğün zamanlarda bile,”

 

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Sapiens (Y.N.Harari)

Mikrop Tüfek Çelik (Jared Diamond)

Aşk Dersleri (Alain De Botton)

Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek (I.D.Yalom)

Yeryüzü Hepimizindir!
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *