DUA
Çocukluğumda oturduğumuz evin karşısında bir karakol ve biraz ilerisinde bir camii vardı. Caminin verev köşesinde ise bir ilk okul bulunmaktaydı. Ben bu İlkokula gittim. Kurtuluş İlkokulu. Fakat okula başlamadan evvel camiye namaz kılmak için giderdim. Evdekiler pek ses çıkarmazdı ve müezzin iki şerefeli Kurtuluş camiin ilk şerefesine çıkar, tek elini sağ kulağını kapatırcasına durur, diğer eli ile şerefenin korkuluk kısmını tutar, ve mahallenin duyabileceği sesle doğu yönünde ezan okumaya başlardı.
Şerefenin etrafında her yönde, değişik söylenen cümleleri dinler, müezzin güneye doğru son kısmını söylemeye başladığında, ben de evden çıkar, camiiye giderdim. Camide bulunan mütedeyyin yaşlı insanlar benim en ön safta divan durmamı isterlerdi. Ben bunu çok severdim ve belki bunun için camiye olan manevi hissiyatım güçlenmişti. İlkokula başladığım senelerde de bu camiye gider, namaz kılardım. Akşamları evde ailecek yemek yenir, sofrada boş sandalye olmazdı. Yemek yenilip bittikten sonra, benim görevim ise, kimse sofradan kalkmadan önce tanrıya bu yediğimiz nimetler için dua etmekti.
Kanımca o tarihlerde veya daha sonra camiye genç bir müezzin atanmıştı. Daha sonraları caminin hocalığını yapmış Ali Efendi. Hala o camide görev yapmasa da biz onu kimi zaman mevlütlere çağırırız. Çok ileri görüşlü, Atatürk ve Laiklik konusunda çok bilgili bir din adamı idi. Hatta resmi nikahımızdan evvel Ali Efendi’ye rica ettik, eşimle bizim dini nikahımızı gerçekleştirmişti. Ne kadar güzel bir tesadüf, hem kızımın, hemde oğlumun nikahında da hazırdı Ali Efendi.
Zaman içinde ilkokuldan sonra yatılı Ortaokula gittik. Burada kimi Cumaları ve bazı mevlütlerde Talas köyünün yukarı mahallesinde, kiliseden camiye dönüştürülmüş mağbette namaz kılar, dua ederdik. Bu manevi yatkınlığım uzun seneler devam etti. Hatta işe başladığım senelerde, her Cuma Bahçelievler Çarşı camiisine gider, öğle namazını orada kılardım. Hatta Ortaokuldan bir hocamla birlikte olur, Cumadan sonra da bir müddet sohbet ederdik. Bu konuda hiçbir kimseden telkin almadığımı , hatta ne anne ne de babamın bana bu konuda bir yol göstermediğini hatırlarım.
Geçen ay gezimizin bir durağı olan Puerto Rico’da hayallerimi yıllarca süslemiş olduğum bir bara gitmeyi düşündüm. Limanın hemen arkasında paralel sokaklardan birisinde, iki sokağı birleştiren bir pasajda, bulduğumuz Margarita adlı bir barda oturmak istedim. Eşimi ikna ederek bu bara girdik. Yüksek taburelere tırmanarak diğer masaları tarassut etmeye başladık. Pasajın üstü açık, sağa sola dağıtılmış bir kaç masa ve etrafta tropikal meyve ağaçlarının saksıda büyütülmüş yeşilliklerle süslenmiş bir ortam vardı. İnsanın içini kaynatan kıvrak Latin müziğin kulaklara dolması, bu yere ayrı bir hava vermişti.
Tabureye iyice yerleştikten sonra etrafa göz atmaya başladık. Derken yanımızdaki iki tabureye de bir başka çift oturdu. Garson latin ırkın iyi bir temsilcisi idi, esmer kıvırcık saçlı, beyaz gömlek üstüne siyah yelek giymiş, boynunda kırmızı bir mendil, belden aşağıya kadar uzanan siyah önlükle yanımıza gelerek, önce hal ve hatırımızı sordu. Daha sonra bize ne içeceğimizi sorarak yanımızdan ayıldı.
Kısa bir zaman sonra oturduğumuz bardan bize iki tane tropikal meyvelerle bezenmiş Margretta’larımız önümüzde idi. Etrafına buz dokundurulmuş bardağımızı seyretmek bile değerdi. Hemen bir kap çerezde bu içkilerin yanına konulmuştu. O kadar keyf almıştım ki, inanamazsınız. Yıllardır düşlediğim bu sahneyi yaşamaktan çok mutluydum. Daha sonra yanımıza gelen bir başka garson da en az ilk gelen garson kadar sıcak kanlı yaklaşımla ne yemek istediğimizi sordu. Kendisine ne tavsiye edeceğini sorduk ve onun tavsiyesine uyduk. Deniz Mahsulleri ile yapılmış ev kesimi makarna. Yan tarafımızda oturan genç çifte hemen hemen aynı şeyleri sipariş verince, iyi bir seçim yaptığımızı düşündüm.
Bir müddet içkilerimizi yudumlayıp etrafı seyretmek, çok sıcak bir günün ortasında yapılacak en güzel dinlenme şekli olduğuna inanmıştım. Bir süre sonra bizim ısmarladığımız yiyecekler geldi. O kadar güzel kokuyordu ki, yavaş yavaş yediğimiz yiyeceklerle acıkan karınlarımız güzel bir ziyafetin tadını sindirmekteydi. Bir kaç dakika sonra yanımızda oturan çiftin de yemekleri geldi. Önlerinde beyaz şarapları, yan gözle onları izlemeye koyuldum. Bizim gibi hemen yemeğe başlamadılar. Yanımızdaki çift, bir ellerini masaya koydular, diğer elleri ile birbirilerini tuttular ve başlarını hafif eğerek tanrıya bahşedilen yiyecekler için sessizce dua ettiler. Daha sonra yemeklerini yemeye ve içkilerini yudumlamaya başladılar. Kimse bu insanlara bu davranışı Karayipler’in bir köşesinde, bir meyhanede yap diye telkinde bulunmadığına inanmaktayım.
Geçtiğimiz son on sene içinde manevi değerlerde mahalle baskısı ile toplum içinde yaratılan tepki ve yozlaşma, ülkemdeki yitirilmeye başlanan değerlere dikkat etmemiz gerektiğinin işaretidir. Toplumdaki alınacak örnekler, sadece kendimiz için değil, her yurdum insanı için geçerli olduğunu unutmamak ve bazı konularda kaybettiğimiz değerlerin de var olduğunu kabul etmemiz gerekir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer