İstemeyi Bilmek Üzerine…

YAYINLAMA: 27 Nisan 2015 / 20.00 | GÜNCELLEME: 27 Nisan 2015 / 20.00

      Yaşamın bir bölümü düşlemek/hayal etmekle geçer.

      Bir bölümü de düşleri/hayalleri gerçeğe dönüştürme çabasıyla… Her ikisi de yaşamın törpüsü olur kişiye.   Sonuçta gerçekleşsin/gerçekleşmesin akıp giden zamandır yaşamınızdan. Eğer akıp giden zamanı “yitikler hanesi”ne yazmak istemiyorsanız;  başlangıçta “istemek/özlemek eylemi”nizin gerçekleşme payını ölçümlemede hata payınız az ya da hiç olması gerektiğini bilmeniz gerekir.

      Bu, hata payı olmayan, programlı/disiplinli bir yaşamdır sizin için…

      O zaman şöyle de diyebiliriz: İstemeyi bilmek için önce kendini bilmek gerek.  Bunu yapamadığınız zaman hangi limana uğrayacağını bilmeyen rotasız gemi/lerin kaptanı rolüne soyunduğunuzun farkında bile olamazsınız.

      O zaman başka bir şey söyleyelim: Yaşam;  istemek/arzulamaktır bir yerde.

                                                                 *****

      Biliyorum, bir yerde akort ayarı olan bu cümlelerimden sonra, “- siyasetçiler de oy istiyor, buna ne dersiniz?” diyenleriniz var, görüyorum. Doğru, siyasetçi de şu sıralar dağ-bayır dolaşıp, ziyaretler yapıyor, oy istiyorlar. Doğru da yapıyorlar. İstemek gerektiriyor bulundukları konum/pozisyon çünkü… Onlarınki, “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara…” örneği. İstemese kim gelip, “- şu oyumu al, vekil ol…” der ki. Şu sıralar en çok da vekil olacaklar istemeyi bilmek durumunda. “Kırk dereden su getirip şerbet yapacak, sebil edip dağıtacak”  ki partisine, dolayısıyla da kendisi için oy toplayabilsin. Bu da ayrıca bir hüner her aday için…

      Eskiden mebus/milletvekili adaylığı için “-Ben mebus olmak istiyorum” diyen ve böyle bir istekle ortaya çıkan pek olmazdı. Toplum katından böyle bir göreve layık görülmesi beklenirdi. Kentlerin partili aydınları mebusluğa layık gördükleri kişilerin kapısını çalar, kendi partilerinden aday olmalarını isterlerdi.

      Böyle olduğu için de; aday olanın  gerek partisinde ve gerekse diğer seçmenler nezdinde sevgiden, saygıdan yana vazgeçilmezliği vardı. Şimdi öyle mi? Herkes aday olmak için “şirinlik muskası” takıp partisi nezdinde  “okkaya gelme” rolünü iyi oynayıp listede üst sıraları kapmayı amaçlamıyor mu?

      Dün ve bu gün farkı bu işte…  Dün, mebus/milletvekili olmanız isteniyordu, şimdi  “-Ben olayım, olmalıyım” yarışı yapılıyor.

                                                                *******             

      Seçim dönemlerinde adaylar ve seçmenler arasında yaşanmış mizahi/ ironik olaylar da var tabii ki…   1950’li yıllarda yapılan bir seçimde adayın biri doğduğu ilçenin köylerini yaya dolaşıp oy isterken kestiği ağacı parçalayan köylüsünü görünce önce selam verdikten sonra  bir yerde söze de girebilmek için şaka yollu: “- Ne o Hasan Aka, baltanla bizi mi kesecesun?” demiş. Aday her ne kadar o ilçeden olsa da şansa bakınız ki, soruya muhatap olan tanımadığı karşı partiden olan köylü ;  “-Efendu sen ne deysun? Haçanbizu dört senedur kesen  siz değil mıisunuz?” demez mi?

      Tabii ki al sana soğuk bir duş…

      Şimdilerde de adaylar köy-köy dolaşıp yaşlıların ellerini, yumuşak yanaklarını öpüp şirin görünme çabası içindeler. Yorucu belki ama sonuçta TBMM’de beş yıl koltukta oturup mebus/milletvekili olmak da var. Durduk yerde bu işler olmuyor değil mi? İstiyorsun, “şirinlik muskası” takıyorsun, söz veriyorsun, umut dağıtıyorsun. Umut gemisini böylece yüzdürdüğünde ise rotayı beş yıl enginlere çevirip Ankara’yı mekân tutuyorsun.

      İsteyip almak işte ben buna derim.

      Bir de seçmenler kendilerinden yana istemekte ısrarlı/kararlı olabilseler.

 

 İstemeyi  Bilmek Üzerine…