Bana kadar geldiler mi?
Son günlerde bazı müşteriler doğrudan doğruya bana ulaşıp bazı şikâyetlerini anlatmaya başladılar. Her şikâyet dinleyişimde manastıra kapanan adam öyküsünü hatırlarım –
Sen de çok şikâyet ediyordun zaten!
Adam manastıra kapanır. Manastırda yaşamanın şartı ağır: bütün sene çalışacaksın, yılsonunda papazlar heyetine bir cümle söyleme hakkın var. Adam bir sene boyunca sesini çıkartmadan çalışır.
Gün gelir papaz heyeti cümlesini söylemesini ister. Adam “Ekmekler bayat,” diye cümlesini söyler ve hakkı biter.
Bir sene daha geçer, gene günü gelince adama cümlesinin sorarlar. Adam, “Yataklar çok sert,” diye konuşur. Hakkı gene biter.
Üçüncü sene sonunda cümle söyleme günü gelip çatar. Adama cümlesini sorarlar. Adam, ”Ben manastırdan ayrılıyorum!” diye isteğini söyler.
Papazlar hep bir ağızdan adamı cevaplar - “İyi olur. Sen de hep şikâyet ediyordun zaten.”
Acaba bana kadar ulaşan şikâyetler bu öyküdekine mi benziyor yoksa şikâyet edenler canından mı bezdi?
Şikâyet ediyoruz, sonuç alamıyoruz, kendi kendimizi yiyoruz. Millet olarak şikâyeti her nedense arkadaş toplantılarında eşe dosta yapıyoruz ama zaten onlardan bir çözüm beklemeyip sadece bize anlayış göstermelerinin ve destek olmalarını istiyoruz.
Peki, bu bizi nereye götürüyor? Daha büyük çaresizliklere götürüyor ancak asla çözüme ulaştırmıyor. Adres yanlış olunca istenen yere varılamıyor. Bir toplantıda konuşmacının verdiği örneği çok iyi hatırlıyorum - “Elinde Roma haritasıyla İstanbul’da adres bulamazsın!”