Deprem

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

İnsanoğlu ne kadar çaresiz! Binalarınızın ne kadar sağlam olursa olsun, yıkılmayacağından emin olsanız bile deprem anında çaresiz bir korkunun üzerimizde oluşturduğu hissiyatı izah edebilmek ne kadar da zor. Bu bazılarında öyle büyük bir travmaya neden olabiliyor ki, depremden sonraki yaşamları daha da çekilmez bir hal alabiliyor.

Bilim deprem korkusunu, seismophobia olarak tanımlıyor. Yani psikiyatrinin bile böyle başlı başına uğraştığı bir alan deprem korkusu. Avize azıcık sallansa, bir anda terlemeye başlayan, nabzı 120’ye çıkan, yolda yürürken bina altlarından değil de, açıktan yürümeye çalışan insanların sayısı her geçen gün artıyor.

Düşünsenize, Elazığ depremine 300 km uzakta olmamıza ve muhtemelen o depremi 5 civarında hissetmemize rağmen, insanların pijamalarıyla kendilerine sokaklara attığı, araç trafiğinin en yoğun saatlerden bile daha yoğun olduğu, benzinliklerde kuyrukların uzadığı ve marketlerdeki gıdalara hücum edildiği Gaziantep’ten söz ediyorum. Biz burada böyle bir ruh hali içerisindeysek depremin merkezindeki insanları düşünebiliyor musunuz?

Her deprem yaşadığımızda aklımıza Japonya gelir. Japonya deprem kuşağında olmasına ve sık sık 7 ve üzerinde depremler yaşamalarına rağmen Japonlar bizdeki gibi travmalar ve yıkımlar yaşamıyorlar. Tabii bunun temel nedeni, depremi kabul etmeleri ve binalarını, yollarını ve yaşam alanlarını bununla başa çıkabilecek şekilde inşa etmelerinden kaynaklanıyor. En kalabalık yerlerde bile deprem anında son derece soğukkanlı bir şekilde davranmaları,  eşya devrilmesi, yüksekten atlama gibi nedenlerle yaralanmalara da engel oluyor. Oysa ülkemizde depremden kaynaklanan yaralanmaların hatırı sayılır bölümü, can korkusuyla yüksekten atlama sebebiyle gerçekleşiyor.

Bu sorunları muhakkak surette aşmamız gerekiyor artık. Ana okullarından başlayarak çocuklarımıza deprem anında nasıl davranmaları gerektiğini çok iyi öğretmemiz gerekiyor. Bunu gönüllü değil zorunlu olarak yapmalıyız ve devamlılığını sağlamalıyız. Yasak savma şeklinde göstermelik müfredatlarla değil, hayatın içinde yaşayarak ve gerçek anlamda kontrolünü sağlayarak yapmazsak bir çok şeyde olduğu gibi bu da boşa gidecek bir eğitim olur.

Tabi bunun yanında en önemli görev belediyelere düşüyor. Denetlemeleri iyi yapmaları, ruhsat projeleriyle uygulama projelerinin her aşaması ile kontrol edilmesi büyük önem arz ediyor.

Belediyelerin nasıl bir uygulama yaptığını bilmiyorum ama kendi akıl ve mantığımla düşündüğümde, belirli bir silsilenin muhakkak surette uygulanması gerekiyor. Sözgelimi, temel atıldıktan sonra denetim ve onay, ilk kat betonundan sonra ve her kat betonlarından sonra ayrı ayrı denetim ve onay, duvar örme ve yalıtım, elektrik ve su tesisatları, çatı döşemesi gibi binaların ana güvenlik bölümlerinde sıra ile denetim ve onay verilmeden bir sonraki aşamaya geçilmemesinin sağlanması gerekiyor. Peki bu böyle mi oluyor sizce? Bilemiyorum. Olsaydı bu binalar yıkılmazdı, olsaydı daha birkaç ay önce Karataş’ta cami iskelesi çökmez ve gencecik bir mühendisimiz hayatını kaybetmezdi.

“Bunlar doğal afet, ne yapalım fayın yerini mi değiştirelim” gibi absürt bahanelerle bu sorumluktan kurtulamayız. Herkes işini iyi yapacak. Layıkıyla yapacak. Yapmamışsa bunun hesabını verecek, bedelini ödeyecek.

O yıkılan binaları yapanlar, bilime ve fenne aykırı yaptıkları bu binaların bedellerini, kaybettikleri hayatlarıyla ödediler. Peki bu binalar yapılırken görevlerini yapmayanlar? Onlar bunun bedelini ödediler mi?

Hesap vermedikçe ve sorumlular bedelini ödemedikçe biz daha çok canlar kaybederiz.

Son olarak son yaşadığımız Elazığ depreminde devletin anında refleks göstererek çok iyi organize olduğunu ve 3 bakanın, olayın hemen ertesinde şehre kamp kurarak çok başarılı bir yönetim sergilediklerini de belirtmemiz gerekiyor.

Deprem