Bir küçük adam…
Bundan yıllar önce, bir Temmuz ayında 10-11 yaşlarında bir çocukla tanışmıştım. Üniversite Bulvarı’nda mendil satıyordu. Yalnız başıma bir restoranda oturduğum esnada yanıma usulca yanaşıp, bozuk Türkçesiyle “abla mendil alır mısın” diye sordu.
“Bir şartla alırım, bana yemek yerken eşlik edersen” diye cevapladım, kabul etti oturdu. Sonrasında sohbet etmeye başladık. İsmi Fetteh’miş. Suriye’deki savaştan kaçıp annesi ve kardeşiyle beraber Türkiye’ye sığınmışlar. Babası Suriye’de vefat etmiş. Fetteh evin en büyüğüymüş. Baba olmayınca evin erkeği olmuş. Annesi ve kardeşine bakmak için gece saat 24.00’lere kadar üniversitenin o civarda mendil satıyormuş. İşini de seviyormuş aslında, ama akşamları çalışmak daha güzelmiş. Hava serin oluyormuş. Gündüzleri çok sıcak oluyormuş öyle söyledi.
Neyse biz sohbet ederken baktım ki Fetteh patateslerine hiç dokunmamış. “Neden patatesleri de yemedin sevmiyor musun” diye sordum. "Yok abla, eve götüreceğim onları kardeşim de yesin" dedi. Kardeşim de yesin… Bu cümleyi duyunca bir süre yutkunamadım, ağır geldi toz pembe gözlüklerimden baktığım hayatıma bu cümle.
Oysa yaşadığı hayatın sadece ufacık bir detayıydı bu cümle. Ben o ufacık detayı bile kaldıramamıştım. Ardından içimi garip bir utanç ve mahcubiyet hissi kapladı. Sonra gitti Fetteh, patateslerini de alıp, küçücük omuzlarına yüklenen tonlarca ağırlıktaki acı ve sorumluluk dolu hayatına.