BİR KENT BİR ŞİİR
Mardin; Mezopotamya’nın nazende kızı, atmosteri, peri masallarını anımsatan buram buram tarih kokan kadim bir kültüre sahip şehrimiz…
Nedir Mardin’i bu kadar büyülü kılan şey diye düşündüğümüzde aslında sorunun cevabının pek de zor olmadığı görüyoruz. Mardin M.Ö. önce 4500’den başlayarak klasik anlamda Subari, Sümer, Akad, Babil, Mitaniler, Asur, Pers, Roma, Bizans, Araplar, Selçuklu, Artuklu, Osmanlı dönemine ilişkin birçok yapıyı bünyesinde harmanlayabilmiş önemli bir açık hava müzesidir. Bu tarihi dokusunu geçen yıllar içerisinde büyük oranda korumayı başarmıştır.
Ayrıca günümüzde Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice olmak üzere hala dört dilin konuşulduğu ve Müslümanlık, Süryanilik, Ezidilik başta olmak üzere farklı dinlerin yaşatılmaya devam ettirildiği ve bu farklılığın Mardin halkı arasında asla bir engel oluşturmadığı, herkesin birbirine karşı hoşgörüyle yaklaştığı nadide şehirdir. Mardin sokaklarında yürürken ezan seslerinin kilisenin çan sesleriyle harmanlandığını duyar, medeniyetin beşiğinin neden Mezopotamya olduğunun en net ve güzel cevabını da almış olursunuz.
Mardin; Mezopotamya’nın en önemli yerleşim bölgelerinden biri olan 7000 yıllık tarihe sahip olan “Mardin Dara Antik Kenti “, 5. Yüzyılda inşa edilen “Dayrüzzeferan Manastırı”, Artuklular’dan kalan “Kasımiye Medresesi”, 1176 yılında inşa edilmiş “Mardin Ulu Cami”, 330 yılında inşa edilmiş “Mardin Kalesi”, M.S. 330 yılında inşa edilmiş” Mor Gabriel Manastırı”, 1895 yılında inşa edilmiş Meryem Ana Kilisesi, M.S 539 yılında inşa edilmiş “Mor Behnan Kırklar Kilisesi”, 1385 yılında inşa edilmiş “Zinciriye Medresesi”, 1200’lü yıllarda inşa edilmiş “Semanin Medresesi”, M.S 309 yılında inşa edilmiş “Mor Yakup Kilisesi”, 12 yüzyılda inşa edilmiş “Zeynel Abidin Cami” ve daha birçok tarihi zenginlikleriyle mutlaka gezilip görülmesi gereken bir şehrimizdir.
Yazımı kendisi de Mardinli olan ünlü şair-yazar sevgili Murathan Mungan’ın şehri için yazmış olduğu şu şiirle bitirmek istiyorum …
ANTİK KENT
mutlu günlerimizdi...
deniz tuzu, dövme gül
yanık tarçın gibiydik
rüzgarın saçlarımızı taradığı yamaçlarda
ikimizden bir bayrak
dalgalanırdı
birbirine bakan
tarihin ve otların
arasında
adı yoktu yaşadığımız şeyin
bir boşluk bile değildi bu
onca boşluğun içinde
yontulmamış birkaç harf
taşlar kadar tarihe kefil
günler gibi düşünülmeden akıp giden
otların gölgesindeki gece kadar derin
ay ışığıydı her şeyi sessizce bütünleyen
bir dönüş biletiyle kırıldı gece
kırıldı mevsim
kalakaldık
birbirine bakan sunaklarda
zehiri giz olan otlar boyverdi
kırık heykel parçaları dağılmış ten
zaman tarihe geri çekildi
kalıntıları ne kadar ipucuysa bir antik kentin
o kadar biliyoruz nedenlerini ve sonuçlarını
ayrılınca adını aşk koyduğumuz o şeyin.