Öğrenmeye, Özgürleşmeye, Sevmeye Hazırlanmak…

Modern çağda çoğumuz kendimizi bir kısır döngüde hissediyoruz. Her an hapsolmaya, süreçlerin içinde tükenişimize ramak kalmış sanki. Bir kapanın içinde, zamanımızı dolduran esir gibiyiz. Hayatımızın denge noktaları dibinden kırılıyor.
Böylesi bir ümitsizlikte, doğru bir uyanışa; bir ışığın, bir yıldızın yön göstericiliğine her zamankinden daha fazla meylederiz. Her süreçte bastırılsak da bilinçaltımızda umut ve bir çarenin kökleri hep doğru anı bekler.
“Yaşamaya Değer (The Hedgehog)” filminin bir sahnesinde, “Yıldızları takip et; o zaman her şey bir akvaryumun içinde son bulmayacak,” sözleriyle sarsılırız. Bu cümle, kucaklaşmaya inanmadığımız bu dünyada, yaşamın değerini yeniden keşfetmeye davet eder bizi. Tam da bugünlerde, ihtiyacımız olan şey bu değil mi?
Eğer hayatın bin bir karmaşıklığı bir şekilde bizi sindiriyorsa ve bu durum gidişatı anlamamızı güçleştiriyorsa, bir durup sakinleyelim. Kaygıları bir kenara bırakıp dikkatimizi hayatın coşkulu ve zarif yüzüne verelim.
Aslında hayatı aksatmak rutinimiz oldu. Evimizin duvarına, balkon kirişine ya da evin dış yüzüne sırtımızı dayayıp yıldızları izlediğimizi, gökyüzündeki ve doğadaki kaygısız akışı en son ne ara seyrettiğimizi hatırlıyor muyuz?
Dönüştüğümüz kişiliği, kimliği, aslında sevmiyoruz, değil mi? Yüzeyselliğin kurallarına ve onun yarattığı bitkinlik ile mutsuzluğa karşı da fazla direngen de değiliz.
Artık dünyada birlikte bir şeyler yapmak, birbirimizin gözlerinin içine bakmak ya da dertleşmek içimizden pek gelmiyor, değil mi? Çünkü yeryüzünün büyük güçleri-egemen teknolojiler, sosyal medya araçları-tam da tepemizde, zihnimizin içinde, bizi kendi amaçlarına hizmet edecek şekilde kurguluyorlar. Ve biz, farkında olmadan, “işe yarar bir şey yapmanın gereksiz olduğu” aldatıcılığına aldanıyoruz.
Oysa bu bir iniştir; duyarlılığımızı körelten, iç dünyamızı yoksullaştıran bir iniş...
Tam da kendi dünyamızdan koparken, başka dünyalara zorlanırken filmimizin genç kahramanlarından biri bize şu önemli soruyu hatırlatır:
“Ama hâlâ olmam gereken şeyi olma olasılığım varsa, hayatımı kaderimde yazmadığı gibi işleyebilmem mümkün olabilir mi?” Şimşek gibi çakan bu empati, ilerlemeyi ve umut ilkesini mümkün kılar.
Evet, hepimizin girift iç dünyası zaman zaman bizi altına alıp boğar gibi yapıyor. Bu içteki düğümlenme muhtemelen hiç bitmeyecek. Ama bu karanlık tablonun içinde bile zamanla hayatımıza olumlu bir şeyleri katabileceğimize ikna olmalıyız.
Bu nedenle felaket gibi görünen durumlarda birlikte hareket etme zorunluğumuzu kabul etmek önemlidir.
Elbette insanın zaaflarıyla tarihte olduğu gibi hâlâ oynanmaya devam edilecek. “İnsanlaşmaya” taşıyacak yollarımızın önü kesilecek. Kurgulanan tercihler dışında başka seçimler yapmamamız, doğal hedeflerimizden sapmamız için büyük tasarımlar ve politik sihirbazlıklar devreye sokulacak.
Ama kendimizi bulmanın yolu, samimi olmak, düşünmek, anlamak ve cesur olmaktan geçmiyor mu? Dünyamızı yavaş yavaş anlamaya başladıkça, gerçek ve temel fikirler bizde netlik kazanır.
Tüm bunları bir pratiğe dönüştürmek elbette riskli ve bedeller getiriyor. Ama tarihe baktığımızda, dünyanın dönüşümüne katkı sunan hangi filozof, bilge, bilim insanı veya aktivist risk almamıştır ki? Bedelden korkup hayattan kopmak, gerçeği görmezden gelmek bir akvaryumun dibinde bitişi beklemektir.
Gerçeklerle karşılaştığında yüz çeviren, gizlenen nasıl özgürleşip dünyaya katkı yapacak ki?
Dünya savaş meydanına, şiddet sarmalına, sömürü çarkına evrilirken kimsenin buradan yara almadan çıkması mümkün mü?
Sosyo-ekonomik adaletsizlikler ve temel haklardaki eşitsizlik sınır tanımazken, duygularımız ve sağduyumuzun harabeye dönmemesi yalnızca bir hayal değil mi?
İşte burada “Yaşama Değer (The Hedgehog)” filminin son sahnesi devreye girer ve bize şunu hatırlatır:
“Önemli olan ölmek değil, ölürken ne yaptığındır."
En iyisi mi: Ölürken bile öğrenmeye, özgürleşmeye ve sevmeye hazırlanalım.
Yararlanılan Kaynaklar:
Yaşamaya Değer (The Hedgehog)” filmi
Kötülüğün Şefaflığı – Jean Baudrillard
Çalınan Dikkat – Johann Hari
