Tüketerek değil, üreterek var olabiliriz!

YAYINLAMA: 26 Temmuz 2021 / 13.57 | GÜNCELLEME: 26 Temmuz 2021 / 13.57

“Bırakalım kendimizi rüzgara, sevinçlere taşısın bizi.”

Tüketim kültürü, insana har vurup harman savurtuyor. Tüketicilik, birçok şeyi bizden çalıp, çarçur etmektedir; biz bunun farkında bile olamıyoruz. Tüketicilik ile hayata tutunmayı seçtiğimizde, doğa, çevre, iklimler, sosyal kültürel ilişkiler, kişiliğimiz, yaşam anlayışımız, sosyolojik değerlerimiz, yönelimlerimiz, politik kimliğimiz inanılmaz derecede etkilenmekte, tüketiciliğin tahribatlık yelkeni bizi “boş kıyılara” savurmakta.

Başka bir uygarlık için Manifesto” kitabı ile Fikret BAŞKAYA, bizi kaygılandıran tüketim gerçeği ile bu gerçeğin rasyonel verileri ile bize ışık oluyor. Kitapta Başkaya, gerçek bir manifesto ile karşımıza çıkıyor.  Esas temasına da şunu koyuyor: Nasıl üretmeli, Nasıl tüketmeli, Nasıl Yaşamalı?

Başkaya’nın, kitapta vurguladığı şu tespit birçok şeyi özetliyor: “Tabii tüketim çılgınlığıyla, politik bilinç arasında ters bir ilişki var. İnsanlar tüketime ne kadar çok odaklanırsa, kendilerini tüketime ne kadar kapatırlarsa, politik sorunlardan o kadar uzaklaşıyorlar…” 

Başkaya, ABD’deki politik bilincin azgelişmişliğini ve ABD’de politikanın, ortalama insanın gündemine girmemesini tüketiciliğin gerçek verileri ile ortaya koymakta; tüketiciliğin “meta fetişizmini” ve “şeylerin aldatıcı gücüne” dikkat çekiyor.

Politik olmayı, sadece seçimlerde bir oy verme veya siyasi bir parti taraflığı olarak algılamak sığ bırakacaktır bizi. Politik olmak: Deresine, suyuna, toprağına, havasına, canlı cansız varlıklara sahip çıkmak, ekolojik dengeyi korumaya çalışmak, farklılıklarla, aykırı, ayrı olana sahip çıkmak, yaşamdaki tüm varlıklarla eşit bileşen olmak ve bu değerlere duyarlı olmaktır. Politik olmak; “Benim sağlığım, herkesin yapacaklarına, herkesin sağlığı benim yapacaklarıma bağlı,” diyebilmektir.

Kaygılarımız, sorumluluklarımız yalnızca şu anla sınırı kalmamalı; bizden sonraki kuşakları da kapsamalıdır. Sahip olmak değil, “var olmak” öncül talebemiz olmalı. Erich Fromm, “reklamlarda ve propagandalarda kullanılan yöntemleri hipnotize edici olarak tanımlamakta; insanların ruhsal dengesine, açık ve eleştirel düşünce yeteneklerine ve duygusal bağımsızlıklarına sarsıcı etki yaptığına dikkat çekmektedir.

İnsanlığın temel değerlerini, birikimleri ve ekolojik düzeni, evrensel ölçütleri esas aldığımızda, politik olmuş olacağız; belki de bu bazen saygı, hoşgörü, işbirliği, dayanışma, empati, sempati ile tanımlanabilir. Tüketimi, kendimize bir hedef, seçenek, alışkanlık, davranış ya da kültür haline getirdiğimizde, insanlığın ve evrenin kaynaklarının kökünü kurutmaya dair yola çıkmışız demektir. Varoluşumuza ters yönde bir istikamet seçtiğimizin dramatik gerçeği ile karşı karşıya geldiğimizin bilincinde bile olamayacağız;  ağaç kıyımı ile elde ettiğimiz kağıda, “ağacı kesme” diyen bir yazıyı tahta çıtaya tutturacağız!

Gerçek ve doğal olmayan, gerekli olmayanı satın almaya, tüketmeye zorlanıyor veya ikna ediliyoruz. Reklamlara yatırılan paralara baktığımızda daha doğru bir pencereye çıktığımızı görürüz. ABD ve bir çok “gelişmiş ülkede” reklama ayrılan ücretlerin bir çok ülkenin gelir dağılımından fazla olduğunu tahmin edebiliriz. Belki de reklamlar konusu başlı başına bir araştırma gerektiriyor, ama bazı can alıcı noktalarını paylaşmakta yarar görüyoruz.

“Reklamlar insanda eksiklik duygusu yaratıyor. Bir insandaki eksiklik duygusu, insanın gerektiği gibi yaşamasını ve hayatta tat almasını engelliyor.“ (F.Başkaya) Örneğin, reklamlarla abur cubur besleniyoruz; sonra obez olup, kilo vermek için uzmana başvuruyoruz. Yani önce obez olmalı, sonra kendinizden memnuniyetsizlik başlamalı; al sana tüketicilik tuzağı.

Ve bir diğer reklam şekli “kıyaslama”: Bedenimizi, evimizi, mekânımızı, giyimimizi, beslenmemizi birileri ile kıyaslayarak, kendimize ait olanlara kocaman bir memnuniyetsizlik ve yabacılaşma yaratılıyor. Ayrıcalıklı olabileceğimize inandırılıyoruz. Bilincimizde, “yoksunluk hissi” uyandırılıyor. Reklamların dâhiyane etkisi ile zihin ötemiz bizi alıp, sadece tüketene devşiriyor. Artık hayatı bir satın alma olarak algılıyoruz. “Sahip olmanın” çökerten tuzağında devinmeye başlıyoruz, ama çıkışımızı yine tüketicilikle deniyoruz.

Sahip olmak, egemen kurallar doğa uyumuna aykırıdır, diyor Socrates. Sürdürülebilirlik, devamlılık, olabilirlilik esası tüketerek değil, doğa ile baş başa verip üreterek mümkündür.

Bitmeyen tüketicilik ve satın alma hevesimiz, hepimizi iyi, doğru, güzel, gerçek, adil, eşit, ahlaki, vicdani olandan uzaklaştırıyor.  Bu tüketicilik hastalığı, emeğimizin çalınıp çırpılmasına, gökyüzünden uzaklaşmamıza, ağaçların kesilmesine, güneşe yabacılaşmamıza, mizahın sonlanmasına; sevgimizin, dostluklarımızın, sevdalarımızın, doğamızın, sevinçlerimizin yok oluşuna alkış tutuyor.

Hep kendi dışımızdakilerle düşünmeliyiz, diğerler ile yaşamalıyız, gelecek kuşaklarla hayatı planlamalıyız, bize ait olmasını istediğimiz dünya hepimizin; ona (doğaya) uyum sağladığımızda “eksik hissetmeyeceğiz” kendimizi!

Yaralanılan Kaynalar:

  1. Başka bir uygarlık için Manifesto(Fikret BAŞKAYA)

2.Sahip Olmak Yada Olmak(E.Fromm)

3.Sapiens(Y.N.Harari)

Tüketerek değil, üreterek var olabiliriz!