Sevgi doğanın melodileriyle coşar
“Ve yerküre öldüğünde, nasıl gezecek gezginler?”
Özverilidir doğa, sakin, iyi niyetli, hep eksik bıraktığımızı tamamlar. Yeryüzüne yaydığımız tüm kirleri, pislikleri, zehirleri, çürümüş işe yaramaz her şeyi alır yutar doğa, dönüştürür her şeyi; bize temiz, saf, duru, pırıl pırıl, ışıl ışıl güzellikler içinde sunar: havayı, suyu, çiçeği, Güneş’i ve yıldızları. Çürüyen, eskimiş, küflenmiş, bitap harap olan her şeyi tazeler doğa bize.
Orman yangınları, sel felaketleri, insanın insana çökmesi, paylaşmamak güzelim dünyayı; ruhumuzun kapanmasına, sabrımızın daralmasına, acıların büyümesine yol veriyor. Ne çok çektik kendi yaptıklarımızdan ne çok çekti dünya bakışımızdan, ne çok çektik hayata verdiğimiz anlamlardan.
Her şeye acıyı yaşatıyoruz. Harari, yaşamda gerçek olan acıdır, der; acılara bakarak yola çıkmamız gerektiğinden bahsediyor. Dağ, taş, kuş, toprağın kurdu, ağacın kökü, hava, nehir, insan acı çekiyor. Biz bu gerçeği görmek, duymak, bilmek, söylemek istemiyoruz. Çünkü işimize gelmeyince, gerçeği, “cehennem” diye anlıyoruz.
Kuşatılmış zihinlerimiz, törpülenmiş algılarımız, bencilleşmiş nefsimiz nefesimizi daraltıyor; tüm bunlar sağlıklı düşünmemizi, doğru vicdana sahip olmamamızı, bizim dışımızdakileri anlamamıza fırsat vermiyor. Öğrendikçe, bildikçe, araştırdıkça, yaşadıkça “insan tercihlerinin,” hayatın kendi kurallarına uygun olmadığına dair yargılarımız pekişiyor. Bunu, doğaya, insana, yaşamın içindeki tüm varlık ve değerlere boyun eğdirme, egemenlik kurma çabamızdan seziyoruz.
Hep almayı seçtik, doğadan, kaynaklardan, ağaçtan, bitkiden, denizden. Bütçelerden, değerlerden. Oysa, “almasını bilen vermesini de bilmeli;” doğadan aldığımızı doğaya mutlaka verebilmeliyiz; yapmazsak bunu çürütürüz doğayı, yıkarız doğal dengeyi, yok ederiz canlı yaşamları, oluşmaz tabiat varlıkları, hayatı susuz havasız ve besinsiz bırakırız.
Artık insan evrenin sahibi mi, yoksa evrenin içindeki bir bileşen mi çarpışmasına kendi zihnimizde ciddi bir yer açmamız gerekiyor. Sosyal iletişimin yaygınlaşması, verilere ulaşmanın kolaylaşması, bilgi birikimlerin açığa çıkması, deneyimlerin görünür olmasından bu yana, yaşama dair algılarımız yeni gerçeklerle yüzleşiyor. İnsan her şeyin sahibi değil, olamaz, insan yaşamın eş parçalarından biri olmak zorunda.
Doğadaki tüm yıkımları, tahribatları; yeryüzündeki savaşları, kin, öfke, ayrımcılığı, nefret ve şiddet tohumlarının insanın eliyle yürütüldüğünü tarih bize sunuyor, kendimize dönmek ve yeniden hayatı, gerçeği aramak zorundayız.
İnsan dünyayı bilmeye başladıktan sonra “keşfet-fethet” zihniyetini kendinde hak olarak sundu. Bitmeyen kar hırsı, benim olsun, aç gözlülük, bencillik, teklik, rant, istifleme, insanı “fethetme, hükmetmeye, işgal etmeye” itti ve acıları” insana kader” yaptı.
Ünlü düşünür Nietzsche, bize” insan üstü olmayı” öneriyor. Doğru olan yaşamı, doğada kurt ile, kuş ile, çiçek ile, kuzu ile dağda ve ormanda, mağarada ve dağda geçen olarak tarif ediyor. Yaşamanın samimiyetini, özgürlüğünü, güvenini, hafifliğini doğada aramamızı belirtiyor, Nietzsche.
Ama doğa bizi uzun süredir uyarıyor. Denizler, hava, su, toprak, ormanlar, madenler, yer altı ve yer üstü doğal kaynaklar uzun süredir bize sos veriyordu. Kirlenen, tüketilen, amacı dışında kullanılan tüm doğal kaynaklar ile birlikte hayatlarımızın da zehirleneceği belirtileri ile dolu doğa.
Tüm dünya içimizde hayat bulur. Her şeyin ev sahipleri içimizdedir. Kendimizi sevmek için, dünyayı ve içindeki her şeyi sevmeliyiz.
Unutmayalım! Sevgi, doğanın melodileriyle coşar, doğa ile ezgisini sunar, içimizdeki en güzel şeyler doğanın değerleriyle filizlenebilir.
İşte yanan her orman, her ağaç, ormanın ev sahipliği yaptığı canlı çağrı yapıyor:
Ben yoksan sen de yoksun!
Yararlanılan Kaynaklar:
1.Mirdad’ın Kitabı(M.Naimy)
2.Homo sapiens(Y.J. Harari)