Mutsuz her an yaşanmamış zamandır! (1)
“Etrafınıza bakın, “Tanrı’nın”çocuklarının oynadığını göreceksiniz.”
Halil Cibran
İnsan doğası gereği bir bebeği/çocuğu olsun ister veya yakınlarının çocuklarıyla iç içe olmaktan büyük haz duyar. Bebekli veya çocuklu ortamlar en masumlaştığımız zamanlardır. Bebeklik henüz kaybetmediklerimizin halidir; belki de henüz tüketilmediğimizin en doğal evresidir. Bebekliğe ve çocukluğa özlem, sevgi, sempati, ilgi, samimiyet, yakınlık, güven insanın kendi doğasına ve kodlarına olan hasretliğidir; varoluşuna ulaşma isteğidir. Çünkü çocukluk insanın en güzel halidir.
Çocukluğumuz, en yüce tebessümlerle doluşan şarkıdır; en güçlü sevinçleri, sevinmeleri, hazları, yıldızlaşan bakışları taşıyan ezgilerdir. Masumiyete, iyiye, doğruya, hakikate, gerçeğe, adalete, sevmeye varmanın yoludur çocukluk. Nietzsche de çocukluğun aynamız olmasını önerir.
Bizi, kim, kimler neler, ne sorunlar çocukluğumuzdan alıkoyuyor? Belki de insanı yeniden çocuk ruhlu yapan yol; insanı esarete alan, çocukluktan çıkaran gerekçeleri doğru bilmekten ve bunları yenmekten geçer.
j.j.Rousseau, “doğarken girdiğimiz kavgadan ölümle çıkarız,” der. Daha doğarken bir kavga sarmaşık otu gibi alır sarmalar bizi; bu kavga tellere, kapanlara, surlara, tünellere, geleneğe, “ahlaka” kapatılma kavgamızdır. Bu kavgayı biz istemeyiz, ama bizden önce bu “er meydanı” herkes için hazırlanmıştır, zaten hayata ilk adımımız bu meydana varıştır.
Doğmadan; adımız, sanımız, şöhretimiz, mesleğimiz, kariyerimiz, arkadaşlarımız, günahlarımız, sevaplarımız ve iyi kötümüz belirlenmiştir. İnsan bu noktada soramadan edemiyor; biz biz miyiz, yoksa başkalarının istedikleri miyiz; biz biz miyiz yoksa ailemizin, eşimizin, sevgilimizin, inancımız, mezhebimiz, patronumuzun, geleneğimizin, devletimiz ve dünya kaynaklarına el koyanların istedikleri miyiz?
Oysa Halil Cibran ne diyor: “Özgürlük şarkıları, parmaklıklar ve teller ardında söylenmez.” Büyük bir ablukadır bazen hayatlarımız, bloke edemeyiz bizimle var olan değerleri. İnsan eşit doğar ama karanlık bir kuyu dışına çıkamaz çoğunlukla. Aydınlığı bilmeyen karanlıktan kurtulmayı denemez, özgürlün tadına varamayan esareti bilemez.
Doğarken kendimizle olan ruhumuzu, zarifliği, inceliği, hassasiyeti kaybettikçe bir mutsuzluk ordusu hapseder hepimizi kendi kalesine, kendi surlarına. Artık hayatla, gerçekle ve özgürlükle aramıza; “ben, kin, öfke, nefret, ayrımcılık, eşitsizlik, sevgisizlik, kazanç, kar, mal, mülk, aile, soy, sop, ırk” girmiştir. Bakınca görürüz herkesin yüzündeki “hırçın mutsuzluk” dalgalarını.
Büyüdükçe, geliştikçe, sosyalleştikçe, politikleştikçe mutsuzluğu bir yaşam biçimi, mutsuz etmeyi bir sorumluluk, mutsuzluğu yaymayı bir taahhüt ve mutsuz olmayana öfke büyütmeyi bir görev edinen ruh haliyle boğarız yaşamın tüm derinliklerini. Mutsuzluk üretimsizliktir; sevgiyi, hoşgörüyü, paylaşımı, hürlüğü, adil olmayı, dost olmayı, erdemi ve gerçeği boğar bir kaşık suda.
Mutsuzluğun panzehiri, çocuk ruhunda yoğrulmaktır; insanlığın birikimlerini kendine hazine yapmaktır; kimseyi ayrıştırmamak, haklıya ses vermek, hür olanı ses gönül vermek, eşitliğe zırh olmak; ve adalettir doğada mutsuzluğu mezara gömen.
Kaynakça:
Böyle Buyurdu Zerdüşt (F.Nietzsche)
Ermiş (Halil Cibran)
Yalnız Gezerin Düşlemeleri (J.J.Rousseau)