Üstümüze Kapatılan Hayatı Reddetmeli!
Birbiri ilk kez karşılaşanlar, aile ve çocuk arasında, eşler arasında; sevgililer, kardeşler ve hiç birbiriyle rastlaşmayan insanlar arasında korkunç ve vahşet derecesindeki şiddet yığınağıyız. Üzüntümüzü, kederimizi daha sindiremeden, gerçekleşeni çözümleyemeden yeni felaket ve feci çürümüşlükler dengemizdeki tutarlılığı sarsıyor.
Şiddet nasıl bu kadar yaygınlaşır ki bilemiyoruz. Evveliyatı vardı da bizim mi bilgimiz mi yoktu? Veyahut haberleşme ve sosyal medyanın dünyayı küçültüp bir kasabaya dönüştürmesi ile duyarlılık ve algılarımız mı genişledi? Sosyal ilişkilerin, toplumsal birikimlerin, kurumların, beklentilerin bu kadar gericileştiği, katılaştığı ve ruhsuzlaştığı başka dönemler var mı? Onu da öğrenmeye fırsat bulamıyoruz!
Yerkürenin en kuytu köşesinden boylu boyunca serpilen şiddete dair kafa karıştırıcı yüzlerce görüş, uyumsuz yargı ve başkaca düşünce karmaşasına çakılıp tıkanmışız. Şu bir gerçek ki, her an şiddetin kimi adres yapacağını, kimin canını yakacağını, kimin yüreğini acıyla kanatacağını, kimin zihnini zindana çevireceğini ve kimlerin ocağına ateş düşüreceğini bilememekteyiz.
Hayatlarımıza sızan ve her gün yükselen yok edici şiddetin tortusu tepemize yağıyor. Bedenimizde hissediyoruz öfkenin vuruşlarını. Yolgeçen hanı oldu hayatlarımız.
Dilde, mimikte, gözde, bedende, ruhta yani her alanda tedirginlik sessizliği fışkırıyor. Endişeye ve belirsizliğe gömülen bakışlarımız ve umudumuz donuklaşıyor.
Herkesin kendini otorite ve karar verici ve de uygulayıcı gördüğü dramatik korkunçluğun sarmalındayız. Normlar, insan hakları, canlı hakları, düzenleyici ilkeler herkesin otorite edildiği bu zeminde ayaklar altına alınmakta. “Başıma gelene ağlayamadan, asıl başımıza geleceklere dair ürküntü ve kaosun kaygısındayız.”
Kötülük nesilden nesile bu kadar nasıl uzandı? Hayatın kendi doğası “düşmancılığa” nasıl tahammül edebildi. İnsan, canı olmayana can olacakken, yağmalamayı, viraneye döndürmeyi nasıl odaklanabiliyor? Geçmişte birileri miras diye, bu şiddet sarmalını ve çatışmalı kişilik kültürünü bize ne hakla reva gördü. Savaşlar icat edildi, sanki yaşamın gereğiymiş gibi savaş felsefesi yazıldı. Savaşa girenler kutsanarak aldatılmadık mı?
Bir çocuk, kadın, sanatçı, sıradan bir insan işine, okuluna veya evine giderken; evinde yorgunluğunu atmak için çırpınırken, her an canından olma ihtimali ile karşılaşabiliyor. Bu denli şiddet, öfke, yıkım enflasyonu kendiliğinden doğmadı. Yeryüzü kendiliğinden batak hale gelebilir mi? Düşünsenize, şiddet durmadan kendini güncelliyor ve toplumlar, birey, canlı, doğa ve hayatın kendisi dayatılan şiddete el pençe duruyor. Toplumların çoğu, bunların kurumları, yürütücüleri, temsilcileri ve sorumluluk sahipleri “tek düze cılız bir sessizlikle” şiddetin gerekçelerine sığınmıyorlar mı?
"Modern çağ," korku, öfke ve belirsizlik zihniyetine kurban edilmiş vaziyette. Psikolojik, zihinsel, duyusal ve pratik şiddetin üstünlük nefesleri doluşmuş boğazımıza. Sadık seyircilik rolü oynayarak, kendimize nasıl bir son ve ne tür bir gelecek belirlediğimizin farkında mıyız? Toplumsala ve kamusala ait ne varsa her şeyin tahrip edildiği; insan ait yaşamsal güvencelerin elinden alındığı; kültürel, sosyal, kolektif tüm üretken diyalog alanlarının ayaklar altına alındığı gerçeğini örtbas edemeyiz.
Yeryüzündeki tüm ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, tarihi ve çevresel alanları kendine devşirmek isteğindeki küçük bir azınlık; sermayesini büyütmek uğruna şiddeti ve onun gerekçelerine meşruiyet kılıfları dikme ustalığını perçinliyor. Kimlik, mezhep, inanç, dil, ırk, tercih, cinsiyet ve sınıf ayrımcılığını dinamitleyerek kendi dışındaki tüm unsurları kurnazlıkla yönetiyor. Tıpkı Amerika yerlilerine ve halklarına beş yüz yıl yapılanın aynısı gerçekleşiyor…
Bireyle birey arasında, insanla doğa arasında; halklar, uluslar, ülkeler arasındaki hiçbir şiddet çatışma, savaş, baskı ve işgal gökten zembille inmedi. Monarşik, otoriter ve totaliterliğin çağsal hegemonyasının ezici etkisi ile gerçek bilgiye, bilime, felsefe, siyaset veya işbirliğine ulaşma zemini bulanıklaştırılıyor. Özgürlük, adalet, eşitlik, doğal yaşam ve varoluşuna sahip çıkmak isteyenler sürekli baskı, yasaklama, korkutma, ayrıştırma, yalnızlaştırılma ve şiddet ağlarının gücüyle etkisizleştiriliyor.
Yeryüzündeki devasa sömürü sisteminin mevcutluğu inkâr edilemez. Bu sınırsız sistemi tüm ilişki biçimlerinde yaygın hissetmekteyiz. Ailede, iş yerinde, sokakta, bireysel ilişkilerde, sanatta, kültürde, ekonomide, üretimde ve tüketimde sömürü çarkının tahripkârlığı hakikate arzulu yolculuğumuzu zorlaştırmaktadır.
Yeryüzünü işgal eden mutlu ve küçük egemen azınlık; halkın kendi inançsal ve tarihsel mekânlarına, konserlerine, tiyatro gösterilerine, yaşamsal anlayışlarına engeller koyuyor; üretilen barışçıl, demokratik, özgürlükçü hümanist anlayışları kendine tehlike görüyor. Ve bu kaygıyla, evrensel karanlığı, yokluğu, yoksulluğu, kutuplaşmayı, göçleri, kör şiddeti, öfkeyi küreselleştirip, devamlılaştırıyor.
Oysa biz dünyaya hesaplar yaparak, planlayarak gelmedik! Bir süreliğine koşup, gülecek, neşelenecek, sevecek, sevilmeye çalışacak; biraz toprağı okşayıp, çiçeğe gönlümüzü sunacak; ağaca aşkımızı ve suya özgürlüğümüzü teslim edecektik. Dünden kalan tüm sevdalara eşlik edecek; uçurumlarda heyecanlanmayı, düzlükte coşkuyu deneyecektik.
Ama biz tüm bunlara rağmen: “Her şey kötüye giderken her şeyin iyiye gidebileceğini dair umudu barındırıyoruz.” Yüreğimizde barışları mekân ediniyoruz. Dışarısına aldanıp sevmekten vazgeçmiyoruz. Dünyanın her gün doğrulacağına ve dönüşünü kendi kurallarıyla gerçekleştireceğini biliyoruz.
İnsan zihni, kalbi, ruhu işlevselleştiğinde güzel ve özgür, eşit yarınlar için tehdidin yok olacağını biliyoruz. Nefretin, ahlaki umutsuzluğun ve ahlaki yılgınlığın kendisi olduğunu da unutmuyoruz.
Kendi üstümüze kapatılan hayatı ret ederek, hayatımıza başlıyoruz!
Yararlanılan Kaynaklar;
Tedirginlik Çağı (Evren Balta)
İnsan Olmak Üzerine (Erich Fromm)
Putların Alacakaranlığında(Nietzsche)