Dünyadan Ödünç Aldık Hayatı!
“Işığa ihtiyacı olanlar davetiye beklemezler!” Mikhail Naimy
Dünyayı okursun, bazen gözlerinden, bazen yüzüne sinmiş solukluktan, bazen de kızaran öfkesinden tanırsın, aslında o bizi yansıtıyordur. Dünya üzerinde içindekilere kulakları sağır edercesine bağırır çağırır. Belki de insanın vurdumduymazlığı dünyanın fazlasıyla korumacılığa soyunmasındandır.
Dünya milyonlarca kez geçti bizim içimizden, öğretti milyarlarca kez bizim bildiklerimizi. Biz onu anlamazdan gelsek de onun bütün uyarıcıları, duyarlılıkları, vicdanı ve el değmemiş sabrı ensemizdedir her an. Belki biz onu anlama ve anlatmakta tasarruf edip, “mevcut kurguya” sadık kalmak için kurnazlığa dört elle sarılıyoruzdur.
Dünya, karalar ve sular değildir. Toprağa, ağaca, kuşa, gökyüzüne ve sulara ruhunu verendir. Onun canlılığıyla büyür çimen, onun ışıltısıyla yeşile çalar incecik çalı. Kim yok edebilir ki, içimizdeki bilinci, bilincimizdeki evrenseli, yaratıcı düşümüzü?
Dünyadan ödünç aldık hayatı. O, bizi parmaklarının arasına alıp sayfalar dolusu yeniden yazıyor. Karalanmış sayfalarımızı silip, göz kamaştırıcı iradesini bize akıtıyor. Bütün zıtlık ve çelişkilerin kapılarını zihnimize mayalıyor.
Dünya bize karşı dönmüyor, onun öyle bir hevesi hiç olmadı. Asıl dünyanın etrafında yüzlerce yıl yararsızca tersten dolanmaya çalışan biziz. O bizi dirilttikçe, o bizle başa çıkmak istedikçe küllenmiş vicdanla ona engel oluyoruz. İyilik yaptığımızı sanarak dünyanın canına okuyoruz. O bizim hizmetkârlığımıza soyunurken biz köleleştirmeye hevesleniyoruz. Ne yazık ki, “akılla ezilmesi gerekeni dişlerimizle öğütüyoruz.”
Bekleyip duruyor dünya. Toparlanıp, sakin sakin ve hafif hafif kıpraşmamızı, tüm varoluşa akışı öyle tatlı tatlı bekliyor ki! Hayat kayıp gitmesini elbette bilir. Hiç bizi dinlemeden, hiç beklemeden, dikine “doğrusal yatağından” süzülebilir. Bazen ölümlüğümüzün üzerinden geçerek, bazen canlılığımızı fark etmeden kendi yolundan akabilir; bu geçerli doğasıdır. Ama o bize tüm kanıyla bağlı olduğunu her seferde haykırmıştır; bizim de ona bağlılığımızı arzulamıştır.
Dopdoluyuz şimdi; kendimize ait olmayan değerlerle, ruhsuz eşyalarla ve sınırlarla. Bu fütursuzluğa dayanamıyor dünyanın cömert kalbi, içimize akıyor hayatın isyanı, üzerimize atılıyor özgürlüğün samimiyeti. Bağlarını koparmış gezgin gibi üstümüze taşıyor körpecik umut. Telaşla kıpraşırken anlayış, ay ve yıldızlar gibi özgür gelecek de anlaşılmayı bekliyor, duyulmayı bekliyor.
Hayat ve dünya ile bakışmayı erteliyoruz; yüz yüze gelmekten ürküyoruz. Oysa bakışmak ruhun sesidir, ruhani bir anlaşmayı gerçekleştirir. Bakışmak, cesurca yüzleşmektir; yüreklerimize gevşeklik ve hafiften tatlı düş sürüp gider. Bakışmak, dünyanın “şu halinde” hayata ve ötekine güvenle bakmanın inancına ulaştırır. Kaygısızca bakışarak, dokunarak, duyumsayarak ve gülmeleri yan yana getirerek kendimizi doğurabileceğimize ve hayatı yüceltebileceğimize inanmalıyız
Biliyoruz! İçinde olduğumuz dönem pek de güvenli, mütevazı, kolektif ve eğlenceli değil. Sevinecek, coşkuyu yaratacak, neşelenecek ve de yapacak hiçbir şey yokmuş algısı bilinçli örgütlenen dogmatik bir algıdır. Egemenci bir anlayıştır.
“Ağzımızı açmamamız” öğütleniyor. Ütopyalarımız sönsün isteniyor. Binlerce yılda koca bedellerle yarattığımız insancıl geleneklerimizi (değerleri) göz ardı etmeye mecbur bırakılıyoruz. İnsan emeği, insanın hakları üzerine hâkimiyet kuran, eşitsiz ve de ayrımcı dümene kürek çekmemiz isteniyor.
İnsan son nefesini verirken bile sahip çıkacağı değerleri ve erdemleri vardır. “Kaybedenlerin, kenarda kalanların, kıyıya itilenlerin, toplumdan dışlananların” yanında yer alarak dünyanın dengesini korumuş olacağız!
Alain De Botton’un: “İnsanlar en kötü hastalıklara, hastalıklarıyla savaşırken kullandıkları yöntemler yüzünden yakalandı,” vurgusu günümüzü nasıl da yansıtıyor. Sırf elde edilmesi güç olduğu için, özveri gerektirdiği için bazı güzel şeyleri görmemezlikten ve onların kötü, gereksiz olduğunu iddia etme kolaycılığından kaçınmalıyız, diyor Botton.
Deniz duruluğudur dünya, baktıkça ruhumuzu kamaştırır, beraberce can taşıyalım onun saf düşlerine. Tutuşturalım onun maviden uzayan taraflarını, kaçmasın ve ustaca haykırsın beyaz dalgaları. Eğer uyandıramıyorsak bir sevgi, duymazlıktan geliyorsa benliğimiz, diğerinin duyduklarını duyamıyorsak, varabileceğimiz her yer bir yalan olacaktır.
Kanatlarımızı üst üste koyup, gökyüzünün gülümseyen en koyu mavi yüzüne dokunabiliriz!
Yüreklerimizi yan yana getirdiğimizde güneşi içimizde tutabiliriz.
Yararlanılan Kaynaklar:
Alain De Botton (Felsefenin Teselisi)
Mirdad’ın Kitabı (Mikhail Naimy)
Bulantı ( Jean Paul Sartre)