Ödül ve Çıkarın Ötesinde Hayat
İnsanın başına gelen en büyük bela ve de en yıkıcı duygu belki de korku ve tedirginliktir. Bu da ham bırakılmış, yarı pişirilmiş hayatın bize yansıttığı belirsizlikle ilintilidir. Bilmediğimiz şeyler, sırrına varamadığımız her belirsizlik içimize sirayet edip, korku ve tehditti artırır. Yalnızlaşma, panik, ümitsizlik ve kendini “bilinmeyen/başkaca güce” yaslama ihtiyacı da bu durumdan doğar. Elbette yeterince tanımadığımız, keşfedemediğimiz ve de bilinmeyen bizi pısırık yapıp kamburlaştırıyor.
Aslında dünya denen bahçeye ilk ayak bastığımızda felaketlerin çoğu önümüze zaten seriliydi; kararsızdı ay ve yıldızlar; yorgun düşmüştü ağaçlar, pörsümüştü kayaçlar ve dalgındı denizler. Yerde, toprağa yakın zeminde ve yaşamın canlandığı her karış boşlukta keder, kırıklıklar ve dehşet saçan şeyler bizden önce tomurcuklanmıştı.
Doğar doğmaz hemencecik başkaca çetin zorluklara keyifsizce maruz kaldık. Hayat ise her zaman ki gibi yeryüzüne sinmiş karamsarlık, fervicilik, çıkarcılık ve yalnızlığın inlemesine kafayı takmıştı. O an itibariyle, büyük kollarımızı açıp son dermanına kadar direnmek ve dayanmak yazgısı ile hayatın çarkını döndürmeye zorlarız kendimizi.
Evrenin özündeki notaları göz ardı edersek; yalnız başına duran ve güneşin içine sızmış hayatın düşlerine dokunma şansımız pek de olmayacak. Hiç bir şey tek başına mükemmel değildir; tek başına olan her şey ölümcül bataklıklarda havaya ve toprağa kül olur. Hepimiz bir diğerinde varız. Hatta diğerini terk ettiğimizde içimizde sızılı anlamsızlık ve amaçsızlık başlar.
Bir şeylerin gerçekleştiğini hep biliriz. Ama yavaşça kendimizi yitirdiğimizde ne olduğunu anlamayız; gözümüzün önüne binlerce karanlık perde asılır. Sefalet, kaygı ve güvensizlik duygumuz bizim kendiliğinden yarattığımız bir şey değildir. Planlı yaratılan karmaşa, panik gidişat ve olağanüstülük atmosferi, kendimizdeki enerji ve arzuların döngüsüne hazırlanan hapishanelerdir. Belki de hayata ve geleceğe olan bağlılık gözümüzün önünden bilinçlice uzaklaştırılıyor.
Her varlık yeşil damarlarında narin kıvılcımları, başkaca cevherleri, ebedi düşünceleri gizler. İşte onların bütünlüğü eşsiz endamlı sonsuzluğu çoğaltır. Ve her keşif bizi kendimize iyi hissettirir; zarif bir güven katar ama; ne kadar küçük ve etkisiz darlıkta boğuştuğumuzu da bir nebze anımsatır.
“Bir araya” toplaştığımızda hiçbir dalımızı kırıp yok edemezler; birlik güce güç katar. Bütünlük, güneşleri ışıldatırken, karanlık görünürlükten kaçışır ve düşlerimiz renga renk parlak nesnelerin büyüsüyle kuşanır: Bu arada gençleşir doğa, renklerini çoğaltır ılık esintiler. Gönüllerimiz yan yana durdukça, aynı anı duyumsarız. Duyarlılıkları kaynaştırdığımızda ise kayb olur “alın yazımızdaki” dertçil ve huzursuzluğun görüntüsü.
Baştan çıkarcılığı ile her an karşımıza çıkan evrensel duygusallık ve toplumsal yanlılık, insani ruha ışık tutan şey değil mi? Düşünsel, sanatsal ve kollektif yaratıcılık evrenselliğin öz dokusudur. İşte bu hakikat, evreni ve evrenin doğal varlıklarını eşi benzeri olmayan hayallerle süsleyerek bize emanet eder.
Eskiden bilgeler, “hayat, aldanışlar ve hayal kırıklıkları ile yeşerir,” diyorlarmış. İşte buralardan büyük umutlar ve mutluluklar yüzeye çıkar. Ondandır ki, aldanmışlık büyük dert olmamalı. Ama böylece kıyıya vuran büyük çırpınışlar paylaşılmadıkça hiçbir haz gerçek haza dönüşmeyecektir.
Unutmayalım! Varlığımızı canlı tutabilen, minnacık toplumsal duyarlı hücrelerimizdir. Bunları bireysel alanımızla sınırladığımızda ise hazin duygularla doluşuruz. Böylece trajik yıkıntılara yenik düşeriz. Her çırpınışta özgür ağların sırtına yerleşmek isteriz; ama sadece kendi başımıza değil, sağımız, solumuz ve arkamızdakilerle el ele tutuştuğumuzda, o “kâinati mucizeyi” sezebiliriz.
Şöyle düşünelim: Deprem, milyonlarca insanı ve doğal varlığı etkiledi; yüzbinler henüz evsiz barksız; güvenli barınma ve beslenme, sağlık koşulları olamayanlarla iç içeyken. Kendimizi ne kadar güvende, nasıl huzur ve mutluluk içinde hissedebiliriz ki? Ya da nüfusumuzun seksen milyonu yoksulluğun pençesindeyken (yoksulluk sınırının altında); normale bürünme, güler bir yüzle yaşayacak cesurlukta olabilir miyiz? Bütün sistem istikrarsızken, tek birey istikrar içinde yüzebilir mi? Hayatın bizlere neden bu kadar ağır geldiğini sorgulamak zorundayız. Duygu ve zihinlerimize abluka kuran taklitçilikle çatışmadıkça, hoş ve özgür yolculuk hep kurban edilecektir.
Ayrım gözetmeksizin, herkesin bireysel hırslarıyla, öfke, yalnızlık ve yalancı hayatla hesaplaşma mücadelesine ortak olmak zorundayız, hepimizin iyileşmesi buna bağlı. Dünyayı esir alan sevgisizlik, mutsuzluk, nefret ve öfke şiddetinden sıyrılarak yaşamın gülümseten tüm tonlarına karşılık vermeliyiz.
Cesareti canlandırmak, sıkıntıların üstüne çullanmak, acıyı hafifletmek ve hiddeti yatıştırmak, birde başkasının yüzüne gülebilmek insanın varoluşa özsaygısı olmalı.
Ödül ve çıkarın ötesine geçip hayatın bize adadıklarını almalıyız.
“Unutma, en katı şeyler en yumuşak şeylerle parçalanır…”
Yararlanılan Kaynaklar:
Taş ve Gölge (Burhan Sönmez)
Deliliğe Övgü (Erasmus)
Katı Olan her şey Buharlaşır (Marshall Berman)
Tüketici Hakları Derneği(Cumhuriyet Gazetesi)