Buzdağının Yakıcı Yüzü
Biliyoruz değil mi? “Yalan, illüzyon, simulasyon, sahtelik” suç ortaklığı yapar. İtiraf edelim: Kimlik, düşünce, gerçeklik bolluğu taarruzu altında kurgusal bilgi ve sanal birikim rehinesi oluyoruz. Belki de Van Gogh; resim yaparken düşünmüyorum. Düşünmeyi bırakıyorum. Dışımdaki ve içimdeki her şeyin bir parçası olduğumu hissediyorum,” derken bunu kastetmişti. Kendimize uygun, kendimizi yansıtan bir hayatı yaratmaya çalıştığımıza kesin inanırız; ama Jean Baudrillard, “insan kesinlikle özgür bir varlık değildir,” diyerek başka bir boyuttan bakıyor.
Tarafgirlik ve koyulukla inanmak yerine sorgulasak mı acaba? “Gelenekçi Metaforları” aşarak bakış açılarımıza derinlik ve anlamlar kazandırsak ne kaybederiz ki? Bunun için gerekli atmosferi bulup buluşturmalıyız. Yaban yanlarımıza, üretici dokularımıza, canlandıran bilinçaltımıza varmalıyız. Görme, algılama, karşılıklı hissetme diyaloglarımızı birbirimize çekici kılıp eş zeminleri yüceltmeliyiz. Evvelden karşılaşmadığımız, zaman geçirmediğimiz ve tanışı olmadığımız insanların monolog sahnelerine eşlik etmeliyiz.
Bilmeliyiz ki, kainatta hiç bir varlık diğerinin üstü değildir, tamamlayanıdır. John Donne’ye göre: “Hiçbir insan bir ada, kendi başına değildir; her insan kıtanın bir parçası, bütünün bir bölümüdür.” Yazara göre bir toprak parçası kayarsa kıta yok olur, bir insanın yok oluşu kendimizi eksiltir. Ona göre insanlık bir bütündür ve biz onun parçasıyız. Eksilen, ölen, sindirilen, tahrip edilen ve biçare bırakılan her bir hayat bizden kopup gidendir.
Gelecekte bir gün kendi başımıza hiç bir şeye sahip olmadığımızı anlamak için (çok geç kalmadan) zihnimizdeki parıltıyı kaşısak mı? Her yol, her geliş, her gidiş, her sonsuz çayır ve ucu tepesi görünmez dağ uçları bizi tek başına ağırlamaz. Bizde duranı, keşfedilmeyi bekleyeni, bakir tüm hataları, eşsiz uçurumları ve umut çığlıklarını da beraberinde ister. Elbette her şeyi kendi başımıza anlamaz ve kavrayamayız. Ama bir çok şey, “kafamızın içinde gördüğümüz şey değil mi” Uyanık tutarsak algılarımızı, uyarıcıları doğru yerde ağırlarsak ve anlaşılmayı bekleyeni ötelemezsek özü parçadan bütüne iliştirebiliriz.
Bilgelik, “orada yaşasak da yaşamasak da sorumluyuz oradakilerden,” der. Hepimiz tarihsel sosyolojik ve biyolojik ortak bağlantılarla özneleşiriz. Her dinamizm, iklimsel değişim ve sosyolojik olgunluk küresel “Kelebek Etkisini" estirmeye mecburdur. Hele bir de aynı coğrafyada, aynı topraklarda, aynı sınırların içinde ve aynı bulutun nemini soluyorsak, bu etkileşimin en gürültülüsüne maruz kalırız.
Yaşamaya zorunlu olduğumuz sınırların içinde süre giden akışın eş parçasıyız. Oradaki gelişmelerden payımız olsun olmasın, mutlaka etkilenir ve tesiri bize de ulaşır. Başkalarının iradi hükmüyle varlık buluyor olsa da; istenmeyeni, olumsuzu, kötü tabir edileni veya akıldışı olan gidişatı engelleme mesuliyetimiz var. Bundan kaçamayız, mevcut tabloyu başkasına mal ederek serzenişçi tutum takınarak gidişatı doğru çehreye eviremeyiz. Ormanı kesen baltalar sivri, keskin ve ürkütücü de olsa yarattıkları tahribatın önüne geçme görevini savsaklayamayız.
Tüm bu belirlemelerin ışığında yola koyulursak, gönüllü olarak doğrunun keskin acısını tatmak zorundayız. Doğru yere yönelttiğimiz ışıltı en koyu yıkıntıyı bile ortaya çıkarabilir. Gerçek şu ki, sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve sanatsal tüm değişim, dönüşüm, program ve planlanmalara dair “iktidardakiler” ile “iktidarda olmayanlar” aynı ölçüde misyon üstlenmek zorundalar. Hayatı adaletli, eşit, yaşanılır ve güvenli kılma sözü herkesin sözüdür. Siyasal hükümetler bu hakikatleri koşulsuz uygulamakla mükellefler; muhalifler ise hakikatin doğru tatbik edildiğini denetlemekle görevlidirler.
“Biz uyuklarken” başımıza dolanan yoksullaşmadan, hak gasplarından ve hukuki olmayan uygulamalarından siyasal iktidarlar sorumludur ama sadece öfke sıçratarak ve diğerlerinin seçme tercihlerine kin güderek faydalı olamayız. Demokratik yaşam kültü, barışçıl ve özgür değerler, insanca yaşanacak güvenceler iktidarların inisiyatifine sığdırılarak veya bir seçimle heba edilemez.
Buzdağının yakıcı yüzünü hissetmeden, küresel büyük resmi göstermeden, kaynakların sömürüsüne karşı duyarlılığı bilince çıkarmadan, “hükmeden devasa çarkları” durdurmadan; hayatın iyileşmesi, kolektivizmin sağlanması ve insanlık normlarını çoğaltmak güçleşir.
Demokratik ve evrensel hukuk değerlerinden taviz verilemez. Demokratik yaşam, demokratik kültür, demokratik birikimler yönetme yönetilme değil, doğrudan katılım ve çoğulculuk esası üzerinden hayat bulan bir sistemdir. Kişilere ayrıcalık ve tavizler, üstünlük sağlamaz. Bu değerleri benimseyen topluluklar, sorunlarını kolayca çözümlerken, yaşamı esas alan eşitlikçi ilişkiyi sürekli büyütmekteler.
Demokratik, eşit ve özgürlük eksenli toplumda ne birileri çok aç, ne çok yoksul, ne de işsiz ya da çaresiz kalır; kimse toplumun üstünde olmaz, toplumsal sağduyu referanstır. Ayrımcılık, kutuplaştırma ve cephelere bölme kötülüğü dışlanır. Eşit ve adaletli bölüşümle sevgi, saygı, güven, özgürlük çoğalırken; barışçıl kanallar genişler.
Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:
Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Ernest Hemingway)
Van Gogh Sonsuzluğun Kapısında Filmi
Şeytana Satılan Ruh( Jean Baudrillard)
Naturans (Çetin Balanuye)