Savaş Varsa Çekeceğimiz Var!
“Barış arabası, top ile dolu bir yolda ilerleyemez!” Lloyd George
İnsanlığa “bir dağ sancısı" yaşatılıyor, İnsanlık bu acıyla didinip duruyor ama "bu dağ hep ölü bir fare doğuruyor." Öyle geliyor ki “önemli şeyleri” kulaktan aşağıya ininceye dek tekrarlamaya mecburuz. Belki devamında “değerli şeyler” yapmaktan da kaçınmayacağız.
Kendimize hastalıklar icat ettiğimiz doğru, ama dünyayı da marazlı hale sokma mesaimiz de tam tıkır işliyor. Duyusal, zihinsel ve bilişsel işlevlerin karmaşıklığı, "O Sevdiğimiz Dünya’ya" kara bir boya çekip çatlaklarını görünmez kılıyor. İnsanlığın damarlarında sanki bir damlacık kan kalmamış gibi geliyor bazen, sürekli ilke bulantıları geçiriyoruz, bayılacak gibiyiz, sinir uçlarımıza kramplar yayılıyor, ruhsal öksürük nöbetlerine tutulmuşuz. Bu durum, kapana kısılmış ve korkunç şiddet sarmalında avaz avaz bağıran depresif çığlıktan da beter…
Kendimizde tatbik ettiğimiz tedavi biçimlerini bir türlü değiştirmeyi düşünmüyoruz. Garip ama insan kendine cefa ve de eziyetler servis ettiğinin bilincinde mi acaba?
Ama alışkanlıktan öte bir durum; çağımız insanı kendine kurduğu dünyada uyumamayı, gülmemeyi, sevinmemeyi, gece uyanıp kafasını gökyüzüne uzatamayışını olağan sayıyor; çay-kahve saatinde bile eğrelti yargılarla zihninde boğuşuyor…
Her şeyi bilmenin (hiçbir şeyi bilmemenin) bizde yarattığı “alt üst ediş çanları” zonkluyor. Herkes kendi vaazını vermekle meşgul ve de kendi aklını öğretiyor meydana, böylece zihinsel felç halimize aynı karabasanlar çöküyor. Bir dostumuz sosyal medyasında şöyle diyor: "Barışta da savaşta da anlaşamıyoruz..." Bir türlü öz varlığımıza ulaşmadığımızı, derme çatma fikirlerle yalpaladığımızı ve de hakikatin geçidini aşamadığımızı ne derin anlatıyor değil mi? Birçok alanda olduğu gibi savaş ve barışta da henüz kolektif bilinçte, objektif ve entelektüel tepkide olamadık…
Çoğunlukla ön yargı ve dikte edilmiş ezberlerimizle suçlu, az suçlu, masum ya da mecburiyet gerekçeleri üretiyoruz. Bebeklikten itibaren çocuklara kahramanlık ve başarı marşları, askeri kıyafetler, tank tüfek oyuncuklar, ırkına yeminler, coğrafyasına kutsallık ve cinsiyetçi rolleri tertipleyen bizler değil miyiz?
Savaşı, “kendi savaşımız, yabancının savaşı” diye kategorize eden karınca değil ya... Savaşa "masum ve makul gerekçeler" giydirip, barışa karşı çıkmayı "tehlike" ile masumlaştıran Ay’la yıldızlar değil ya! Doğduğu ve yaşadığı coğrafyası kan revan içinde inleyen Halil Cibran ne diyordu?" Irkının, vatanının ve benliğinin bir nebze üzerine çıkabilseydin" Tanrı" gibi olurdun.
John Donne ise Cibranı şöylece tamamlıyor: “Hiçbir insan bir ada, kendi başına bir bütün değildir; her insan kıtanın bir parçası, bütünün bir bölümüdür; bir toprak parçasını deniz alıp götürürse Avrupa küçülür, bir yarımada yok olmuşçasına, arkadaşların ya da senin toprağın, evin kaybolmuşçasına; herhangi bir insanın ölümü de beni eksiltir…”
“Başkalarına” içten tasalansaydık, “ötekiler adına” duygulanabilseydik belki de kendi içimizde bu kadar yenilgiye uğramazdık. Bizleri kötümserliğe ve umutsuzluğa razı eden bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni beyin fırtınaları, vicdani ve ahlaki gök gürültüleri ile (savaş ve barış) görüşlerimizi genişliğe yayabiliriz.
"Keşke bugün öleceğime, daha uzun yıllar yaşasaydım" diyenlerin çığlıkları hiç susmadı ki! Yeryüzünde savaşlar üstümüzden inmedi ki; sömürüyü meşrulaştıran bir dünya savaşa her zaman muhtaçtır. Coğrafyayı, ekonomiyi, milliyeti, inançları ve iktidarı koruma bahanesiyle ve de güvenlik, bağımsızlık, demokrasi ve barış adına savaşlar ithal edilse de insanlık savaşı hiçbir zaman organize etmedi. “Savaş evveliyattan tasarlanan ve insana mecbur kılınan bir şeydir.”
Elbette savaşa karşı olunuş “insanın ertelenemez” ahlaki sorumluluğudur. Cephe savaşlarına karşı sloganları yükseltmekle barış gerçekleşmiyor. Yeryüzünde sömürü, eşitsizlik, adaletsiz gelir dağılımı ve iktidarlaşma uğruna çoklu baskılar oluştukça savaşlar birer sonuç olarak karşımıza çıkacaktır.
Hatırdan çıkarılmaması gereken önemli görevlerden biri de “kötü olanın üstünü örtmenin” özgürlük veya barışla ilgisi olmadığıdır. Özgürlük insan ve diğer varlıkların yaşamsal güvencelerini sağlamak ve aç bırakmama, sömürmeme (cinsiyet, coğrafi, kimliksel, ekonomik, kültürel vd.); nitelikli barınma, yeterli beslenme, parasız eğitim ve parasız sağlık hakkına sahip olmaktır.
İşte tüm bunlar olmadığında savaşlar oluyor... Umberto Eco'nun söylemiyle: “Hiçbir savaş bir diğer savaşı üretmeden yoluna devam etmiyor.” Onun için barış ufkumuz, toplumsal (evrensel) avantajlarla çelişmemeli. Barış inancımız hayatını kaybedenleri, bedel ödeyenleri, yıkılan kentleri, nesli son bulan canlıları ve esir olanları “anmakla, onların ardında bıraktıkları onurla ve gururla sınırlı kalmamalı;” barış direnişimiz hayatın her hücresinde eşitlik, demokratik değerler, adalet ve ortak sevinçleri köklendirmelidir.
Unutmayalım, savaş varsa çekeceğimiz vardır!
“Savaştan kaçacak kadar akıllı olmalı insan.”
Yararlanılan kaynak ve alıntılamalar:
Sevgiliye Mektuplar (Rosa Luxemburg)
Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Ernest Hemingway)
Beş Ahlak Yazısı (Umberto Eco)
Kum ve Köpük ( Halil Cibran)