Zaman Mutlaka Doğruluğa Sürükleniyor!
İçimizde sonlanmayan bir çocukluk vardır hep, olmalı da zaten. Onu görmezden, duymazdan ve anlamazdan gelsek de o “biziz” aslında. Zaman zaman özümüze dokunan, olmadık anda ses veren, güçsüz anımızda imdadımızı sezen, kendini yarıştırmadan, üzerimize bir egemenlik kurmadan ve başkalarına benzemeye de heves etmeden çırpınışlarımıza kanat olan bedenimizdeki çocuktur.
İçimizde vızıldayan o yaban ses içimizin örtüsüdür. Onun, içimizin saydam ateşi ve de ruhumuza koku salan saflık olduğunu inkâra yeltensek de o bize sığınak olmaya devam ediyor. Bazen ona sarılmaya ürkeriz, bazen de onunla samimiyetten uzak illegal iletişim kurarız. Oysa sevecenliği ile bize açmadığı kapısı yoktur. Yeni dikilmiş “fide ağacıdır” o, hiç yaş almaz. Kırılan, yırtılan, parçalanan her yanımızı yeniden onaran ve canlandıran hücrelerle boy ölçüşür. Zihnimiz, duygularımız, hele tutkularımız büyür onun uslanmayan varlığıyla. Bazen de “uçuşan halıda” baş aşağı eğlenebilen cesurluğu salarken ruhumuza yaşam nasılda saygı duyar ona.
Ortasından çattırtıveren geceye, varla yok arası mekik dokuyan sabahyıldızına iyilikle bakmamıza vesile olan da odur. Kıyıcı sözleri yoktur, zehirli bir gübreyi asla can bulduğu zemine, sığındığı tene akıtmaz. Onu gökkuşağı saçlarından, yedi kıta teninden, güzelliğe saf tutuşundan ve sadakatinden tanırız. Sessizliği de samimiyeti de, sevgisi de, bize olgunluk katan dersleri de özvarlığımıza hep ulaşır. Yoktur, içimizdeki çocukluk kadar saf bir ışık; morumsu, yeşilimsi, mavimsi ve parlak ne varsa oradan bize varır; horon teptirir, halaya tutar, zeybek oynatır...
Yüreğimiz çocukça çarptıkça: "Dünyada bir tek göz kalmasa bile hiç eksilmeyen güneşe bakıp dururuz." Günün sabırsız akışına ve zamanın çıplak bedenine gösterişli şarkıları giydirip, "Tanrıları" korkusuzca dansa davet ederiz. Ve barışı rüzgâra bindirip dört mevsim okyanuslara yollarız. Yüreğimiz çocukluğuyla kaldıkça, sönmeyecek sevgi, ateş alevinde yazılı kalacak sevgi.
Çocukluğumuza bayrakları, sınırları, ırkları, kimlikleri ve kuralları örtüğümüzden beri derin kazanda çiğnenmiş üzüm tanesiyiz. “Ne olalım” derken başkaları olduk; görücüye çıkardık bedenimizi, hislerimizi ve kimliğimizi. Prangalara boğduk başak taneli ruhumuzu, rehin verdik çocukluğu: Kanımızı, canımızı, düşlerimizi, sevinci, neşeyi, özlemi bir hiç uğruna kül ettik.
Hakkı ödenmemiş halklar, nice yoksul kadınlar, okulsuz çocuklar, sokağa tüneyenler, yarına korkuyla yanaşanlar… Ah o savaşlar, o sahte düşler, dikilmiş ağızlar, sus pus vicdanlar ve tane tane koparılan dünyamız! Kalbura dönmüş sevdalar, manga manga acılar, tanker dolusu gözyaşı ve adres tanımayan öfkeler; hangi ara boğdunuz umudun eşiğine akan damlacığı!
Dokunmayacaktık içimizdeki çocuğa, “yıkıcı yargıların” yanılgısına kapılıp ona hasta kefeni giydirmeyecektik, Onun yumuşak huyluluğunu horlamayacaktık. Büyümeyi beklemeksizin yıldızlara koşan nabzından edinecektik. Daha da ötesi acısıyla, tatlısıyla ona köklerimizi emanet edecektik.
Velhasıl yeryüzünün çanını sektirmeden gider gelir, içimize susar, içimizde uyuruz. Kimim, öteki mi, bir diğeri mi? Gülümsemeyi yadırgayan ve tuttuğu yastan çıkamayan cansız tanığız. Az az herkes birbirine uydu, boyayıp süslendi gölgeler, göğüste yumuşatıldı zulüm, zihnimize çıngıraklı bir uğultu bindikçe kazananlar kaybedenler anlaşılmadı.
Ama ağaç durmadan büyür, çiçek hiç ölmüyor, otlar mevsiminde mutlaka boy atıyor, gece gündüze, ay yıla ve zaman mutlaka doğruluğa sürükleniyor. Yeryüzünün bütün teri, kiri üstümüze sinse de hiçbir şeyi küçümsemeden koşuyor yaşam, her şey gözlerimizin önünde sürüp gidiyor. Pablo Neruda’nın dediği gibi, “en ufak ateşten beliriyor gündüz…” Köklerinden, görkeminden kopmayan çocuk hep olacak, hazır bekleyecek.
Belki de insan sakınmadan büyüyebilmeli!
Yararlanılan Kaynaklar:
Yaşama Sanatı (Alfred Adler)
Kara Ada Şiirleri (Pablo Neruda)