TURİZM GELİRLERİNE SADECE ÜLKE SIKIŞINCA İHTİYAÇ DUYULMAZ
Turizm, dünyanın dört bir yanında çok önemli bir endüstridir. Başka bir deyişle turizm, uluslararası bir ticaret koludur.
Turizmin memleket ekonomileri için adeta bir lokomotif olduğunu fark eden bütün ülkeler, yıllardır, turizm pastasından azami payı alabilmek için bütün olanaklarını kullanmaktadırlar.
Türkiye, turizmin kıpırdanmaya başladığı 1955 yılından 1980 yılının ortalarına kadar, devlet olarak, turizmi adeta yok saymış, bütün faaliyetler ne yazık ki sadece turizme gönül vermiş bir avuç müteşebbis turizmci tarafından gerçekleştirilmiştir.
1980’nin ortalarından sonra en nihayet devlet, turizmin ekonomi üzerindeki önemini kavramış, alt yapıya önem vermeye başlamıştır.
Ancak aynı yıllarda bir turizm politikası yanlışlığı yapılmış ve devletimiz turizmi yoğun bir biçimde güneş, deniz, kum üçgeni üzerine odaklamıştır.
Güneş, deniz, kum politikası elbette turizmin önemli bir koludur ve bu da memleketimizde fazlası ile mevcut olduğuna göre bundan haliyle faydalanılması gerekir.
Ancak unutulan şey, bu ögelerin bütün Akdeniz ve hatta bütün deniz aşırı memleketlerde de var olduğu realitesidir.
Birçok Akdeniz ülkesinin bu ögeyi belki yüz yıldan fazla bir zamandır pazarladıkları göz önünde bulundurulmamıştır.
Bu yanlış politika bir yerde Türk turizmini, uluslararası rekabete açık duruma getirmiş, fiyatların, kıymetinin altına düşmesine meydan vermiştir.
Bu sonuç zaman içinde Türkiye’nin başını çok ağrıtmıştır. Hala da ağrıtmaktadır.
Türkiye ne yazık ki telafisi mümkün olmayan ucuz destinasyon imajı yaratmıştır. “İmaj” yaratılması çok zor bir olgudur. Ama bir defa yaratıldı mı değiştirilmesi de çok zordur. Oysa Avrupa’nın hemen hemen en modern ve en lüks alt yapısına sahip olan Türkiye bunu hak etmemiştir. Başka bir deyişle batı ülkeleri mallarının kıymetini çok iyi bilmekte ve çok iyi bir fiyata satmaktadırlar.
Farzedin bir sokakta mal satan dört satış mağazası bulunsun. Bunların yalnız birinde diğer satış mağazalarında var olan malların yanında, başka kimsede bulunmayan özel bir mal bulunsun. Şimdi bu satış mağazasının sahibi eğer vitrinine diğerlerinde bulunan malları koyup da yalnızca kendisinde bulunan malı tezgah altına saklarsa ona akıllı bir tüccar denir mi?
İşte Türkiye’nin ve özellikle Güneydoğu Anadolu’nun yaptığı da budur.
Devamlı olarak vitrininde diğer memleketlerde de bulunan malları sergilemiş, rekabet dışı kullanabileceği bir cevher olan kültür, inanç ve eko turizm ögesini pazarlamaya pek fazla önem vermemiştir. Bu muhteşem zenginliği fark edememiş, asırlarca bu zenginlikle iç içe yaşadığı için kanıksamıştır…
Oysa yüzyıllarca farklı kültürlere beşiklik etmiş Anadolu, yeni filizlenen tüm tek tanrılı dinleri cesaretle kucaklamış, sarmış, sarmalamış, korumuş, büyütmüştür.
Türkiye güneş, deniz, kum sloganı yanında mutlak surette kültür, gastronomi, eko turizm ve inanç turizmine açılmalı ve pazarlamasını bu yönde yoğunlaştırmalıdır.
Kutsal kitapların hepsinde Adem’le Havva’dan başlayarak anlatılan birçok dini olay bu topraklarda hayat bulmuş, yaşanmıştır.
İnsanlar tarih boyunca çok değer vererek okumaya ve öğrenmeye çalıştıkları dinleriyle ilgili öğretiyi tam manasıyla anlayabilmek için kutsal kitaplarında anlatılan olayların geçtiği büyülü mekanları görmenin dayanılmaz isteğini duymuşlardır.
Böylece o bölgelere giderek, din geleneğinin şekillendiği toprakları kendi gözleriyle görmek istemek, insan hayatı süresince anlam kazanmıştır.
Böylesi bir hazineye sahip olan bölgemiz bunu akıllıca kullandığı ve buna geleneksel Türk konukseverliğini de eklediği takdirde, dünyada emsali belki de hiç olmayacak bir turizm konsepti ortaya çıkarmış olacaktır.
Geleneksel Türk konukseverliğinin temelini, Tanrı misafiri olarak adlandırılan, konuğun koşulsuz kabul edilmesi ve olanakların el verdiği ölçüde en iyi biçimde ağırlanması oluşturur.
Tanrı misafirinin kazanç temin etme karşılığında ağırlanmasını hiçbir hal ve şartta kabul etmeyen Anadolu insanı, bu ağırlama karşılığında para almayı yüzyıllarca içine sindirememiştir.
Bu davranış biçimi de uzun yıllar Türk turizmini profesyonel anlamda olumsuz biçimde etkilemiş, turizm sanayisinin nimetlerinin ülkemizde geç keşfedilmesine ve meyvelerinin geç toplanmaya başlamasına neden olmuştur.
Türk geleneğinde Tanrı misafiri olarak adlandırılan konuğu koşulsuz kabul edişte, Anadolu geleneğini oluşturan kültürlerin mozaiğine, farklı inanç ve yaşam biçimlerine, gelenek ve göreneklere sonsuz saygı yatar.
İşte bu saygı ironik bir şekilde inanç turizminin ülkede hızla kabul görmesine sebep olmuştur.
Anadolu topraklarında harmanlanan farklı etnik kökenlerin oluşturduğu zengin mozaik, entelektüel bilinci oluşturup, şekillendiği gibi, saygıyı da geliştirmiştir.
On iki aya yayılabilir bir turizm çeşitlemesi özlemiyle makro planların yapıldığı bir Türkiye’de bu zenginlik göz ardı edilmeyecek kadar önemlidir.
Bu bağlamda hepimize önemli görevler düşmektedir.
Özellikle bu bilincin yaygınlaştırılması için mülki ve idari amirlerinden sivil toplum örgütlerine, ilk öğrenim kuruluşlarından, akademik seviyede eğitim veren kurumlara kadar tüm kişi, kurum ve kuruluşlar bu konuda bilgilendirilmelidir.
Allah vergisi bu zenginlik hak ettiği, biçimde değerlendirilmeli ve kazanca dönüştürülmelidir. Turizm gelirlerinin ve seyahat acentalarının sadece ülke ekonomik olarak sıkıştığında hatırlanması son derece yanlış bir politikadır.
Turizmimizin en zayıf noktası, resmi ya da özel değişik kişi ve kuruluşların, ayrı ayrı kendilerine göre politikalar oluşturmalarıdır.
Görme özürlülerin fili tarifleri gibi herkes kendine göre bir turizm anlayışı tarif etmektedir.
Zaman zaman yanlış oluşturulan, Türk turizminin başını ağrıtan politikaları önlemek ve ülke turizmini doğru yönlendirmek için turizmimizin değişik sektörlerinin, bu işe senelerini vermiş, sözüne değer verilen, etkin ve fikir üretebilecek turizmcilerinden oluşacak ve sonradan turizmde stratejik araştırmalar merkezine dönüşecek bir platforma kesinlikle gereksinmemiz olduğu bir gerçektir. Turizm politikalar üstü “Milli” kanunlarla şekillendirilmelidir.