İçimizdeki Yabancı
Aydınlanma çağı filozofu John Luck’a göre, “İnsanın bilgisi tecrübesinin ötesine geçemezdi.” Bu düşünceden de ışıltı alıp karanlığı deştiğimizde şunu görürüz: Aslında tüm dünya içimizde varlık bulur. Ortalıkta durmadan dönüp dolaşanı ve tanımlı veya tanımsızı kuytuluğumuza alıp kaynaşırız. Sevgi, yaşam, melodiler, nefret, öfke, iyimserlik sonsuz bir şekilde içimizde ömür edinir. “Dolaysız bilincimiz bize etki edeni kaçırmıyor.” Bizimle ilgisi olmayan uyumsuz şeyler de ustalıkla içimize yuvalanabilir. Bizi tanımayan dünya, bizi öyle kolayca içine almıyor ama biz yaşamla ilişki içinde oldukça alabiliyoruz onu içimize.
“İnsan zihni doğduğu anda boş bir levha gibiyse” tüm duyu ve organların gelişme eğilimleri bireye, dolayısıyla topluma da biçim verecektir. “Modern Egemen” bunu çoktan fark etti; belli fikri ve anlamı olmayan modavari başıboş etkinliklerle bireyi oyalamaya koyuldu. Duygu, düşünce, fikir, his ve ufuklarımız devamlı çevresel prese maruz kalıyor, hâkim bilginin de kesiksiz kuşatmasındayız. “Tahakküm iyinin” ve “tahakküm kötünün” boyunduruğundan kaçamıyoruz. "Bilmemezlik" planlı ve programlı süreçlerle yüceltiliyor. Böylece utangaçlık, kararsızlık, güvensizlik eziyetine tepki vermeden sönümleniyoruz. “İnsan bilmedikçe, bilmesi engellendikçe bilmediği şeyleri abartır,” böylelikle bilmezliğe esir düşer.
İnsan elbette ebediyen akla yatkın(sağduyulu) hareket etmeyebilir. Çünkü bir şey başımıza gelecekse, biz onu önceden çok da planlayamayız. Olmayacak düşleri tekrar tekrar aramak anlamsızlığı beslemektedir. Henüz yolda olan yılların izdüşümleri bile hummalı biçimde dıştan bize doğru ilerlerken; geçtiği kanalları aşındırır; iç bağları ve duygu köprülerini usulca tahrip edip elverişli ışıltıları heba etmekte. Gelen zaman bile “galip anlayışın” yörüngesine hemencecik oturtulmaktadır.
Dışsal kuvvetin hiyerarşik akıntısına mahkûm olmuş durumdayız. Kendimizle var olan vaatler(doğal formlar), meydanlarda esas suçlu ilan edilirken hegemonik aklın yargısına hizalanıyoruz. Böylece ümitsizlik, korku, önemsizlik ve ayrık düşünceler üreyip çoğalıyor ve çorağa dönüşüyor varlık. Gözlerimiz artık baktığı gibi görmüyor. Bakış açlarımıza uygun adım, bir ileri iki geri, amaçsızca dönüşler yaptırılıyor. Belki de ne görmemiz gerekiyorsa ona yöneltiliyoruz. Veyahut görmemek için eğitiliyoruz. Ya da özgür, bilimsel, objektif düşünmekten çoktan men edildik.
Kıyılarımıza vuran bu yıkım ve hasarlara karşın sabaha yeniden fırlarız. Çünkü “yaşam varlığını korumaktan vazgeçmez, engellemeler ve sorunlar karşısında asla teslim bayrağını çekmez.” “Olanın” tamam olması için amaçladığımız sevinçler asla ölmez; ama içimize yuvalanmış yabancı [kendimizden azade] gökyüzüne uzanan penceremize kaba kuvvetiyle abanacaktır yine.
Camus'un da vurguladığı gibi; bizi gerçekten ilgilendirenin ne olduğuna belki emin değiliz, ama beni[bizi] ilgilendirmeyenin ne olduğuna artık karar vermeliyiz. Önemsiz olanı, ilgilendirmeyeni (içimize kir pas olanı) söküp attıkça her tür kölece duygudan uzaklaşır; özgün anlam, sevgi ve anlayış hızla can bulacaktır.
İnsanlık hiçbir dönemde duymazlık yapmadı, görmezden gelmedi, kör ve sağır zihinlere ön ayak olmadı; insani birikimin tahribine direndi. Egemen anlayışın köprübaşı nöbetçileri, umudun evrene dağılmasını engellemeye kalkışsa da umudu sindiremez, umut bir yerlerden kopup gelecektir. Umudu örtbas etmek, hakikat, doğru ve gerçeği örtbas etmektir ki, bu imkânsız.
Camus'ın sözcükleri ile tanımlarsak; “binde bir şansın birçok şeyi düzeltmeye yeterli olduğu da akıldan çıkarılmamalı.” Belki de umut bir yerlerden koşarken, bugünü yarına bağlarken; şimdiyi istek, tutku ve dirençle süslerken kötülükle de durmaksızın cebelleşeceğiz. Hayatın bir yenilgi, bir başarı ya da bir kazanç veya ele geçirme girişimi olmadığı bilincine sahibiz. Hayat, suskunluğa ve yenilgi hissine karşın ve korkunun öz benliği kemirmesine rağmen onurun, erdemin musluğunu açmaktır. Hayat yüreklere giydirilen deriyi söküp atmak ve kendi öz gücüyle özgür varlığına dönmektir.
“İyi ve iyi olmayanı bize anlatacak birine ihtiyacımız olmadığını” ısrarla vurgular Robert M.PIRSIG. Camus ise kimseye zararı olmayandan toplumun neden yoksun bırakıldığını sorgular. Belki de özgürlük dediğimiz şey özgürlüğümüzün bu şekilde elimizden alınmasının üstesinden gelmektir. Gördüğümüzü görmemek üzerine planlanmışsak; vaktimizi göreceğimiz şeylere ve onlar hakkında düşünmeye, onları içselleştirmeye ve onlarla sevecen, seven, onaran, iyileştiren yürekleri çoğaltmaya ayırmalıyız.
Gereğinden fazla düşünmemeli insan, hiçbir şeyi olması gerekenden fazla büyütmemeli. Gereğinden fazla [tüketmemeliyiz] yok etmemeliyiz. Her duyguyu yaşamalı ama gereği kadar duygusallaşmalıyız. Rahat, acelesiz, sabırla ve zaman yitimi kaygısına yenilmeden düşünürsek, “iyiyi birilerinin bize anlatmasına” gerek kalmayacak.
İyinin ve kötünün ötesini gitmek, ya da "en iyi nedir" sorusuyla uğraşarak yaşamın paydaşı olacağız. Bu soruyla, insanilik derinlemesine hareketlenecektir. Böylelikle içimizdeki yabanılı, ruhumuza abanan önemsizi ve dipteki çamuru söküp akıntıyla götürme eğilimini çoğaltacağız.
Yaşam hakkı olan evrenin tüm varlıkları, tüm türleri ve tüm doğal aksiyonları ile eşit, uyumlu, koruyan ve saygı ile uzlaşacağız.
Yararlanılan Kaynak ve alıntılamalar:
Yaşama Sanatı (Alfred Adler)
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı ( Robert M. PIRSIG)
Yabancı (Albert Camus)
John LOCKE Felsefesi(Up Lifers)