Yaşatmayan Barış Yoktur!
“Gerçekten aldırmıyorsan onun hatalı olduğunu bilemezsin.” R.M.Pırsıg
Hangi kara parçasında olursa olsun herkes barıştan yana. Avustralya, Amerika ya da Asya’da sorulduğunda salise geçilmeden savaş karşıtı ifadeler tez canlılıkla ilan edilir. Yakın çevremizde de farklı topluluk, ayrı kimlik ve başkaca inançta olanlar hatta muhalif ve iktidar yanlıları ortaklaşarak savaşı lanetler ve derhal barış sloganı ile ortamı inletirler. Bu durumu ilk kez gözleyen biri (dünya ilk ayak basan biri) savaşların hiç yaşanmadığına, bir daha yaşanmasının mümkün olamayacağını “emin sözcüklerle” ispata yeltenir. Mademki her ülke, tüm iktidarlar, kitle örgütleri, bireyler, çoklu inançlar barıştan yana, peki bu kavgaların tarafı kim, kim savaşa yatırım yapıyor, kimler milyonlarca canlının yok olmasına göz yumuyor, acıların ve öfkenin kıtalar arası köpürmesine hangi kuvvet neden oldu? Kimler insanları yerinden, yurdundan, sevdiklerinden, toprağından, hayatından alıkoyuyor?
Ya biz savaşın ve barışın özünü değiştiriyoruz, ya da “samimiyet yitimi” bizi alt etmiş. Belki de öğretilmiş güdülerle savaşlara gerekçeler uydurup barışın içini oyuyoruz. Savaşları “onun, bunun, senin, benim” diye kategorize ederek “kendi savaşımızı” olağan görüp, bir diğerinkine karşı barış havarisi kesilerek tonlarca yıkımların yumruğu oluyoruz. “Entelektüelin birincil görevi önce yoldaşını eleştirmektir,” diyor Umberto Eco. Eco bu tutumu ahlaksal ve hakiki bir kategori olarak tanımlar. Buradan çıkaracağımız anlam “savaşın, savaşın yapılma nedenleriyle çelişik içinde olma bilincine” uygun tarzda tepki uyandırmak ve de entelektüel sorumluluk hisseden, vicdani iradeye sahip tüm birey ve kurumların savaş karşıtlığı ayrımsız, ama’sız ve ancak’sız somutlanmalı.
Barış ve savaş kavramları ve de bunlara yüklenen ikircikli algılara reel tahliller konulmadıkça yeryüzündeki olası savaş, çatışma ve benzeri cepheleşmeler sönümlenmeyecektir. Yine var olan eşitsizliğin metalik ayakları kavranmadıkça sağlık ve yaşam hakkının neden korunamadığı da netleşmez. Ülkeler arası gelir adaletsizliği, zenginlik ve yoksulluk oranları es geçildikçe; endüstriyel alanın küresel finansmanlarca nasıl belirlendiği deneyimlenmeden savaş ve barışın bağları genişletilemez.
Düşünün; “dünyanın %70,1’küresel servetin %3’üne sahipken, dünyanın en zengin % 8,6’sı küresel servetin %86’sına sahip. Buradaki sınıfsal ayrımın varlığı otoriter ve baskıcı, tekçi iktidarlarca yürütülürken sömürü, savaş, çatışma, ayrıştırma, böl-parçala-yönet formülü hep devrede kalmaktadır. Şiddet, yasal şantaj ve yoksullaşma ablukası bütün dünyada durmadan çoğunluğa tazyik ediliyor. Böylelikle yeryüzünün bozguncu tablosu ve de savaşın kalbi kolaylıkla ustalaşıyor.
Rousseau, “savaşın doğa durumuna” şiddetle karşı çıkar, ona göre insan doğası gereği barışçıldır. “Ve insanın topluma girmesi onun barışçıl doğasını değiştirir. Devletlerin ortaya çıkmasından sonra savaşlar da ortaya çıkmıştır.” Rousseau, söz konusu barışın sağlanmasının zorluğunu ise devletlerin gerçek çıkarı olan barış yerine, topraklar fethetmekte ve mutlak rejimler kurma hukukuna bağlamaktadır. Günümüzde toprakları fethetme yerine “çağa uygun başkaca işgaller hakikati” ile yüz yüzeyiz. Aktüelde ekonomik yayılma ve doğal tüketim alışkanlıklarını bozma; tarım, sanayi ve ticareti elde tutup ve bunlara uygun sosyo-kültürel alt yapıları aşılamak sömürünün en sinsi karakterini temsil etmektedir.
Savaş, ayrımcılık, sömürü ve zorbalıktır. Savaş yıkar, yakar, öldürür; barış ise yaşatır. Barış eşitlik, öz saygı ve kolektif bölüşümdür. Barış, yaratıcı ve yapıcı düşüncenin mirasıdır. “Kendince barış” ise aldatmacadır; barışın kökenleri yaşatıcılığa, hümanizme, bilgeliğe ve sempatiye dayanır. 1 Eylüller’de ya da sadece iktidarlara öfke ve tepkili anlarda barışı ajite etme rutini yenilgidir, barışı çok ileriye sıçratmak lazım, asil değer olarak hedeflemeli.
Öldürmeyen ve yok etmeyen savaş, yaşatmayan barış yoktur. Barışı savaşlarda dillendirmek en acil ve en elzem istem olmalı. Ancak barış evde, sokakta, iş yerinde, başka kıyılarda, öteki tarafla ve tüm doğal varlıklarla eşit saygı ve eşit ortaklık içinde söze başlamakla oluşur. Barış, yeryüzünün dillerini, kültürlerini, kimliklerini, inançları ve inançsızlığı, renkleri ve tarihsel gerçekliği canlandırmaktır. Barış kötülük karşısında tüyleri ürpertip, sessiz ve dilsiz oyundan çıkmaktır.
Varlığımızın bu derece dayanılmaz belirsizlikle akması ürkütücü olduğu kadar, “istikrasızlıkla baş edebilme yetisini” ise ütopik boyuta indirgemektedir. Yeryüzünde bir sonraki adımımızın ne olacağı sorulduğunda ise kaygı ve endişeler hiç de baş aşağı olmuyor. Ama içinde olduğumuz bu girdap, adaletsiz biçimler, ekonomik sömürü düzeni, işlevsizleştirme, özgürlük ve güzellik karşıtı mahvedici akış olumlu dönüşümleri beraberinde ilerletiyor.
Hayat hiç de, “koştuğumuz, bağrıştığımız, dövüştüğümüz, yok ettiğimiz görevleri” önümüze koymadı. Can’ları yıkıp insanlığın üstüne yıkalım diye var olmadık. Her gün sevgileri gömüp acıları yayalım diye yeryüzü kurulmadı.
“Kendi üstümüze kapatılmak istenen hayatı reddetmek,” haksızlığa uğrayan dünya ile dayanışmak; kendimizi dayatılan muhafazakâr sistemlere direnmek; ortaklık, eşitlik ve dayanışmada ısrar etmek; ekolojik dinamizmi dayanak yapmak her tür tehditti ekarte edecek ve dünya barışacak, dünya değişecek, dünyaya bir pırıltı düşecek yeniden. Durmadan sevgi, güzellikler, barış ve özgürlük kazanacak
Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:
Rousseau’dan Savaş ve Barış Üzerine (https://jshsr.org)
Tedirginlik Çağı (Evren Balta)
Beş Ahlak Yazısı (Umberto Eco)