Her Duvarın Arkasında Bir Hayat Var!
Modern Çağ insanı büyüyen sorunlarını çoğunlukla bastırıyor. Zaman içinde bu durumun bilincinde ve farkında olamıyor. Sonra başına gelenleri doğal akış ya da önemsemiyor gibi yansıtıyor. Bu devasa yanılsamaya tapıyor, yanılgısına sıkı sıkıya bağlanıyor. Yüzündeki bin bir parça ekşilikten habersizce, “müthiş hayatından” emin; beynini ve de kalbini buna ikna etme peşinde. Titreyen göz kapakları, somurtan bakışlar insanın nutkunun tutulduğunun göstergesi değil mi? İnsan yalanını şişirirken; gerçeğinden kaçtığının, okkalı sorulardan saklandığının ve yanında sinek geçse yıkılacağının farkında bile olamıyor. Çağ insanı kendini kemiriyor; kurda, kuşa, ağaca, toprağa, sevgiliye, çocuğa, hayata canı gönülden seni seviyorum demek istiyor, diyemiyor. Neşeye niyetlendiği anda bağlantıları kopuyor, gereksinim duyduğu hisler karartılıyor.
Bilinçdışı, robotik devinimlerle kararsızca didinen, “adımıza atanmış hayatın” yerleşkesinde oyalanırken mutluluk ağları dayanaksız kalıyor. Şiir eğilimliyken şiir yazmıyor, roman yazarken okumuyoruz bile; bilgi sahibi olduğumuz hiçbir şeyi anlaşılır kılmıyor ve iyimser olana şerh koyuyoruz. Mutsuzluk kapsülleri içiyoruz sanki. Karamsarlık mikrofonları icat edip bangır bangır çaresizliği bağırıyoruz. Peki; “bu kötümserlik yankısını” nereden susturacağız? Cevabını elbette almak kolay olmayacak. Ama sorgulamaksızın kuru, kaba, tekrarlayan, tekleyen, üretmeyen hayatın sivri uçlarından bir nebze uzaklaşamayacağız. “Ne olursa olsun ben bu hayattan tat alacağım,” diyorsak; [1] korkaklığın kapısını kıracağız, işleyen kalplerin bahçelerine dayanacağız.
Sen onu niye sevesin diye sürekli azarlanıyoruz. Kafana göre yatıp, kafana göre uyanamazsın diye başımızda patavatsız bağrışmalar. Çaktırmadan gönül koyduğumuz her inceliğe bir “ahlak dışı kalıp” uyduruluyor. Başımıza gelenleri, doğanın ve dünyanın etrafını sarmalayan acıları göz ucuyla görüp, çaktırmadan sıvışma öğretildi. Böylece hepimiz acayip korkaklaştık. Biraz da yalnızlaştık. Onun için aşırı sessiziz. Onun için işaret edilene bağırırken kaplan kesiliyor, hakkımızı ararken benzimiz soluyor. Artık anlamalıyız: Bizi bir kalenin içine koydular, sadece görünenlere bakma emredildi. Böylece hayata ıssız kalenin gözetleme kulelerinden bakakaldık, Hala bilmiyoruz ne zaman vardık bu belirsiz doğuşa? Velhasıl yavaş, ağır, hüzünlü ve dikenleri olan bir doğuş işte. Oysa tanımak, sevmek, köklerine saf yağmurların dokunduğu yaprakları kucaklayacaktık.
İnsan kaldığı yerde, bırakıldığı zamanda, tutulduğu şekilde kalmamalı; ortasına bırakıldığı yangını kabullenmemeli. Bir acıyı unutmadan yeni bir acıya, bir haksızlığı göz ardı etmek için yeni haksızlıklara maruz kalıyoruz... Peki bu insan teninden bir parça koparmak değil mi? Bizim de dâhil olduğumuz dünyada yoksulluğun, eşitsizliğin, acının ve olumsuzluğun kendiliğinden düzeleceğini umut ediyorsak, bu hakikati aldatan bir teselli değil mi?
Harari’nin de belirlediği gibi: “Yerli yersiz bilgi yağmuruna tutulan bu dünyada net olmak güçtür. Teoride herkes insanlığın geleceği hakkında fikir yürütebilir ama bunun net bir sonuca götürmesi zordur.” Çünkü insanlık kendi geleceğine dair süregiden tartışma, soru ve planlamalardan bihaber. “Milyarlarca insan bu konuları bilme ve tartışma lüksünden yoksun, çünkü yapılacak önemli işleri var... Fakat maalesef tarih affetmiyor. Kimseyi içselleştirmeden ve dayanışmaya fırsatımız olmadan popüler algılara esir kalıyoruz. Ve yalnızca kendimizle meşgulken, “insanlığın geleceği karara bağlanırsa ortaya çıkan sonuçlardan ne biz ne de çocuklar muaf tutulmayacak.”[2]
Çocuklarımızla birlikte öğrenmeliyiz, yedi milyar insanın parçalanmış resmi hakkında kafa yormalıyız. Asgari ücretin altında yaşayanın bir sonraki öğünü çıkarmak için çırpınışını, karaya ulaşmaya çalışan göçmenin derdini, bir nefes daha alabilmek için çırpınan kadını anlamalıyız ki şahsi hayatlarımız güvenceye kavuşsun. “Ufkumuzu aşan ve bizim kontrolümüz dışında dönen dünyadan sağlam ve etik bir dünya bulmak mümkün mü?” [3]
Ön yargıların beslendiği, ırk ve cinsiyetçi ayrımların yayıldığı, sömürünün en mikro düzeye indiği, küresel zulümlerin kurumsallaştığı dünyada şahsi hayatlarımız güvenli olabilir mi? Hayatı “beş bin yıldır” bu hale sokanlardan neyi anlamasını bekliyoruz ki? Bir sabah vicdana gelmelerini umut ediyoruz değil mi? Ama biri demeli: Benim kaderimde çok çalışıp, az ücret almak, sefalet çekmek, ezilmek, geleceğe dair kaygı taşımak, çatışmak, ayrışmak, yolda geçerken şiddete uğramak yok. Biri demeli: “Tasmamızdan kurtarıp şimdi özgürsün diyerek bahçeye salıyorsunuz. Bahçe duvarının arkasında sokaklar varmış, ağaçlı ormanlar varmış, hiç bilmeyecekmişim. Ne yapayım böyle özgürlüğü?” [4] Biri demeli: O duvarın arkasında hayat var. O hayat benim hayatım. Bir demeli: hayatımdan elinizi çekin!
Dünyada bulunmaktan dolayı mutlu olduğumuzu herkes bilmeli. Ama hayatlarımıza kurulan hapishaneleri benimsemeyeceğiz. “Sinem Sal,” kadının zorluklarını özetlerken: “Hiç zorla evlendirilmemiş, ödü koptuğu için aşık olmamış, …fındık kadar günahı örtmek için azizeye dönmeye çalışmamış birinin bana özgürlük teklif etmesini son derece aptalca buluyorum. Esaretten bihaber olan bir adamın kadın özgürlüğünü bana teklif etmesine müsaade edemem,” deyince bize umudu ve cesareti bulaştırıyor.
“Kendime yeten bir hayat” değil, hepimize yeten hayat özgürleştirir. O hayat vardı, var, var olacak. Bir kez doğruyu öğrendiğimizde doğruyu sürekli arayacağız. Bir kez sevmeyi öğrendiğimizde, ikinci kez de sevebileceğiz. Ne olursa olsun hayattan tat alacağız, onun için buradayız. Acımış tüm tatları damaklarımızdan temizleyeceğiz.
Neruda’nın dediği gibi: Var olmayı öğrenmek için derslerimizi uzatacağız…
Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:
Bizim Zamanımız (Sinem Sal; [1],[4]
21. Yüzyıl için 21 Ders (Y.Noah Harari; [2], [3]
Kara Ada Şiirleri (Pablo Neruda)