Felsefe der ki: Her sahne hayatın içinden yaşanıyor!
Biz sadece doğduğumuzda biziz. Kendimiz bakar, kendimizce anlamlandırır, çıkarsız gülümser ve dış etki olmaksızın hissederiz. Ayrımdan, eşitsizlik, öfke, şiddet, kötülük ve haksızlık olasılığından bihaber evrene gelmişizdir. Sonra hayatımıza aile, erk, mahalleli, inanç, mezhep, kimlik, toplumsal cinsiyet rolleri, kutsanmış ve önemli kurallar girer. Bu kriz sürdükçe kılıktan kılığa, kimlikten kimliğe, düşünceden düşünceye zıplayıp, öncekini de horlayarak “ilerleriz.” Böylelikle edindiğimiz benliğin varoluşsal doğamızla veya özümüzle bağı kopmuştur. Çünkü biz doğmadan egemen, eril, sömüren, tekçi anlayış çoktan liderliğini ilan etmiştir.
Yanıtlanması gereken sorulardan birisi, insanlığın ve tabiatın kesintisiz ortaklık deneyimine rağmen nasıl bu denli kolayca kuşatıldığıdır? Sorgulanması gereken sıkıntılardan bir diğeri ise, yıkıcı sonuçları aleni görülmesine rağmen, insan bünyesini ve ruhunu lime lime eden “akıbetin” itirazsız kabul görmesi meselesidir. Durmaksızın ve cesurca bu realiteyi sorgulayanlar, yani hayatımızı iyileştirmeye çalışan bilge, filozof ve duyarlı kişilikler ise “özgür yanıtları” kovalamışlardır. Özgür yanıtlar diyoruz, çünkü tarih, bilgi, bilim, kültür, eğitim, felsefe her çağda iktidarların ince, derin ve doğrusal ekseninde tutulmuştur.
Talles, Demokritos, Sokrates, Spinoza, Nietzsche, Hegel, Marx, Rosa Luxemburg, Sartre, Simone De Beauvoir… doğada ve toplumsal yaşamda olup bitenleri anlatılagelenlere, mitlere ve sistemsel ezberlere başvurmadan anlamak ve açıklayabilmek için didinip durdular. Tüm filozoflar, korkusuzca sordukları soruların hakiki yanıtlarının peşinde oldular. Onlar hayret etme yeteneği ve “Kaf Dağı’nın ardını” meraklı zihnini harekete geçirebilenlerdi. Filozoflara göre:“İnsan sadece ekmek ve suyla yaşayamazdı. İnsan ilgi görmeye ve sevilmeye de ihtiyaç duyar. Ama bütün insanların ortak ihtiyacı ise; kim olduğunu ve neden yaşadığını bilmekti.”[1] Belki de felsefe “olan bitene” hayret etmekle başlamıştı. Ya da kavranamayacak derecede karmaşık ve sonsuz bir dünyanın olduğunu sezen ilk insan felsefi düşünceye yakınlaşmıştı. Zaten kendini yalnızca “olan dünyaya adayan” ve ona alışan şaşıramazdı, hayretler içinde kalamazdı ki!
Şöylece yakın ve uzak geçmişe uzandığımızda kudretli hükümdarlar, eli sopalı köle tüccarları, buzulları bükebilen güçlülerin esamesi okunmuyor. Diğer taraftan felsefeye ilgi duyanların adları dün gibi aklımızda; hatta her an yanı başımızda ve zihinlerimize etki yapmaktalar. Stefan Zweig onlar için “Ruhları İyileştirenler,” diyordu. Çünkü felsefe bir yönüyle de ruhun inceliğini ve ederini açığa çıkarmakta.
Felsefenin temsilcileri, sıradanlığı çoktan aşmış ve yaratıcı dürtüleri vesilesiyle sonsuz evrende var olanı sorgulayıp, kimsenin kontrolünde olmayacak iradenin köklerini derine salmışlardı. Felsefi alan, “insanı her şeyin merkezine yerleştirmezken; dünyayı kucaklayıp, hayvana, bitkiye hatta cansız doğaya ulaşıyor, varoluşun temeline doğru yol alıyor.” [2]
Felsefe, sanat, bilim hayatı çevikleştiren parlak inci taşları değil miydi? Bunlarsız her hayat ölüme kolayca teslim olmaktı. Goethe; “ yaşamayı yeni öğrendim; bana daha fazla zaman verin ey Tanrılar,” diyordu. Böylece hayatın tüm incelik, satır ve sayfalarına itina ve sabırla ilgi göstermemizi öğütlüyordu. Böylelikle felsefe hayata dönüşürken hep öğrenci kalınıyordu. Dostoyevski ise felsefeyi, “kendisini etkileyen kalple” özdeşleştirirken; Nietzsche, Hölderlin, Kleist ise “kurulu düzene” başkaldırı olarak tanımladılar. Felsefe statükoya teslim olmaktansa veya onunla uzlaşmaktansa her tür riski alıp onu yıkıp dökmeyi amaçlamıştı.
21 Kasım Felsefe Günü! Bilmemiz gereken şu ki: Felsefe zihinden kalbe, aşktan özgürlüğe, barıştan eşitliğe, adaletten hümanizme birçok duyguyu ve öznelliği içinde yaşatan organizmadır. Hayatın tüm zıtlıkları ile çarpışma halindedir, gerekliliği ile uyum içindedir. Felsefe yıldızlar gibidir; asla aldatmaz, sönümlenmez, hayatı ve kendini keşfe çıkanlara aydınlık olur. Felsefenin zihne, duyguya, kalbe, iyimserliğe, hakikate, bilgiye, bilime dayanan düzeni arzulayış olduğu unutulmamalıdır. “Yorgun, yaralanmış, karamsar duygularla hareket etmekte zorlanıyorsak” bunun önemli bir sebebi de felsefi güzellik ve felsefi yaratıcılıktan yoksun kalışımız olabilir. Felsefenin tepelerinde ve kayalıklarında koşmak, felsefenin okyanusunda yüzmekle içsel canlılık alev alabilir. Başka türlü söyleyecek olursak, “sırf elde edilmesi zor olduğu için, bazı güzel şeyleri küçük görmekten, onların kötü olduğunu iddia etmekten kaçınmamızı felsefe bildirir.” [3]
Felsefeci Çetin Balanuye, Spinoza’dan yola çıkarak; felsefe öğrenilebilir ama hayata yansımasında karşılaştığımız insanların etkilerinin doğru orantılı olduğunu hatırlatır. Belki ondandır ki, yeniden bir şey öğrendiğimizde bunun bizde yer edinişinden haberimiz olmaz. Ama bu öğrendiklerimiz bize sevinçler duymamızı ve sıkıntılarda çözüm avantajı sağladığında onu fark edebiliriz. Elbette sürekli ama sürekli aynı duyguda olmak insan doğasına pek yaraşır bir reaksiyon olarak tanımlanamaz. Her birimizin üzülme, incinme, karamsarlık ve neşelenme güdüleri başkaca olabilmekte. Bedenimizden, davranışlarımızdan ve içten gelen akışımızın ederini felsefi köklerimizin hacmi belirler. Böylece “insan karşısına çıkan zorlukları damıtabilir, insan çektiği acıları bilgece yorumlayabilir.” [4]
Antik çağdan günümüze gelişen özgür düşüncenin, barışçıl bilgeliğin, yukarıya-ileriye çeken ruh felsefedeki nasibini hep aldı. “Sevgi asla zeval bulmaz,” deneyimi felsefedir. [4] Felsefe, aşkı da küçük görmeyendir. “Zorluklarla yüzleşmeye cesaret edin,” diye fısıldayan da felsefedir. “İnsanca başka bir uygarlığın” mümkün olduğunu bilen de felsefedir.
Nietzsche’nin dediği gibi: “Felsefe gönüllü olarak buzullarda dans etmek değil miydi?”
Felsefe bize der ki: Her sahne hayatın içinden yaşanıyor, “ondan en iyisini almalıyız.”
Sevinçli yaşam kılavuzumuz felsefe ise çabalar asla boşa gitmez…
Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:
Sofie’nin Dünyası ( Jostein Gaarder, [1])
Stefan Zweig ( Ruhları İyileştirenler, [2])
Felsefenin teselisi ( Alain De Botton, [3,4])
Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? (Çetin Balanuye)