Yaşadığımız dünyanın acıları ve sevinçlerinden geçerek gelişiriz…
İnsan insanla dertleştikçe, birbirini dinledikçe, anlaşıldıkça, birbirine zamanını verdikçe; akıllarını ve birikimlerini yanaştırdıkça hayattan tat alır. Her insan ufkunu, hayal gücünü ve sınır ötesini zorladıkça kendini işe yarar hisseder. Dünya ile ince bir savaşım halinde olan insan, alabildiğince güçlü ışıklara ihtiyaç duyar. Ama dünya ile olan diyalog ve dengemize o kadar çok merdiven ve bitmeyen basamak konmuş ki, hakikatle olan mesafemiz açılıyor. İnsanın kendini, yakınını, uzağını, derinini gözlemesine fırsat kalmıyor. Hızlıca üretilen gündeme koşullanıyoruz; duygu, düşünce ve ruhumuz yeterince dinlenmeden başka şeride sürükleniyor. “Biz biz miyiz, yoksa tasarlanan mıyız” diyen sözün yanıtını bilmeden oradan oraya dağılıyoruz işte.
Şu an ne konuşalım? Ne adına yazışalım, kendimize neyi önceleyelim, sohbet ederken ilkin hangi alana yoğunlaşmalıyız? Bu tarz soruların yanıtlarını aradıkça, “başka bir dünyanın” hegemonik etkisinin üstümüzde olduğunu fark ederiz. Genel olarak isteklerimizi yazamıyor ve merakımızı tartışmaya açamıyoruz. Zihnimizi tırmalayana değil; daha çok dış âlemde popüler olan gündeme, dışsal çekişmelere ve anlaşmazlıklara kilitleniriz. Bu durum, belki kendimizle olan bağ kadar, insanlıkla olması gereken bağın zorunluluğu ile de ilgilidir. Kafka’nın dediği gibi; bir şekilde içinde yaşadığımız evrenin acıları ve sevinçlerinden geçerek gelişiriz.
Kafka diyor ya; "dünyanın acılarından uzak tutabilirsin kendini. Böyle yapmakta özgürsün. Ve bu senin doğana kalmıştır. Ama kaçınabileceğin bir acı varsa, işte bu da belki kendini uzak tutuştur." Yaşamsal süreçlerde geriye dönüş, şimdiyi evveliyata resetleme yoktur. Var olan, var olana mutlaka tesir eder. Arzuladığımız, planını çıkardığımız tüm aksiyonlarımız, tüm varlıksal öğelerle uyum halinde gerçekleşir. İnsansı duygular, yenilenmiş fikirler ya da görünür tepkiler yalnızca kendimizin doğal akışıyla ve doğalında üremez. Toplumsal olanla, onun nedenleriyle birlikte bizi dönüştürür. Yani planlamadığımız halde hayatın türlü türlü tarafı içimize usulca yerleşir.
İşte tüm bu dünya bizim dünyamız mı bu umut ettiğimiz dünya mı? Bu konuyla ilgili olarak elbette isteyen istediği soruyu kendine yöneltebilir. Bu sorunun yanıtları için dürüstlük, samimiyet ve objektiflik içinde amansızca çalışma yürüten; buna eş değer mücadele veren bilge insanlar, entelektüel tutumdaki binlerce deneyimden faydalanıyoruz. Bu alt birikim ve ön sonuçlar olmaksızın öz noktalarımızı kısa vadede keşfetmek zorlaşır. Çünkü insan ne kadar hazırlanırsa hazırlansın yeterince hayata hazırlanamaz; hayatın tüm yüzleri için istediği vakti bulamayabilir. Zaman olsa bile her gün yeni görevler, karmaşık neticeler, hazırlanmış reaksiyonlar pişirilip önümüze konuluyor. Böylece iradeyi zincirleyen; tuhaf, yanıltıcı ve tüketici yumak oluyoruz.
"Farklı düzeylerde duymanın, düşünmenin, konuşmanın ve istemenin hem maddesel hem de açık yeteneğini doğarken kendimizde getiririz. Ama kendiliğinden düşünce biçimlenmesi, geliştirilmesi ve yetimiz yeterli içeriğe ulaşmadığından, her boşluğumuza toplum yerleşir." [1] Şimdiki toplum ise sadece sokağımız, mahallemiz, köyümüz ya da şehrimizden meydana gelmiyor. Küresel boyuttaki her olgu, yeryüzünün her öyküsü, her olumsuzluk bir biçimde kendini bize sunar ve biz de cisimleşir. İşte ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal tüm analizlerimiz; yüzlerce halkın veya küresel paradigmaların, kapitalist yanılsamanın, sermayeci egemenliğin etkileri ile yoğrulmuştur. Zihinsel ve duygusal özgürlük üzerimize sinen ajiteyi, gelenekselliği, statik hükümleri kırmakla başlar. İçteki özgürlük olmadan dışa özgürlük nasıl akacak ki?
Belki de başından başlayıp, hayal gücümüzün yaratıcılığına uyumlanmalıyız. Ya da var olan hayal gücünüzün harekete geçmesi için irademizle ilerlemek başlangıç noktası olabilir. Unutmayalım: "İnsan, bütün yaşayan varlıkların üstüne ağırlığını veren ‘dış doğanın’ tutsaklık zincirini kırmayı başardığı ölçüde ancak gerçekten insan olur, kendi iç özgürlüğünü elde eder."[2] İnsan böylelikle ancak “olması gerekeni” arayıp bulabilir, var olması gerekeni gerçekleştirebilir. Bu çabayla üstüne örtülen örtüden sıyrılıp; özgünlüğü, öz yapıyı, onuru, doğru gereksinimleri öğrenebilir.
Bakunin'in dediği gibi, “varlığının bütünlüğü içinde kendini gerçekleştirmek için insan kendini tanımak zorundadır." Bizi kuşatan ve kendimize konulan engelleri süzmedikçe gerçek manada kendimizi olamayız.
Nerde yaşarsak yaşayalım, her toplumun şaşmaz gayesi ve hakiki ödevi: Toplumdaki her bireyi insanlaştırmak, özgürleştirmek, gerçek hüviyetine kavuşturmak, güvene ve mutluluğa eriştirmek değil mi?
Ezberci, ön fikirci, ürkek, sorumluluk almaktan itina eden kimliklerimizden kurtulup iyinin safına geçmenin zamanı gelmedi mi?
Kendimizi iyi hissetmemiz, kendimize saygı duymanın ve umuda inanmanın gereği olarak iyiyle, doğruyla olan saflarımızı sıklaştırmalıyız.
“Tarihin, harekete geçen, canlı ve geçici bireyler tarafından yazıldığını” unutmayalım! [3]
Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:
Aforizmalar (Franz Kafka)
Tanrı ve Devlet (Mihail Bakunin [1,2,3])