Ezelden Ebediyete: Tolstoy ve Sisyphos Rehberliğinde Anlamsızlığın İçindeki Anlam Arayışı

YAYINLAMA: 10 Ekim 2025 / 16.38 | GÜNCELLEME: 10 Ekim 2025 / 16.38

Yaşamın anlamını mı sorguluyorsunuz, kendi yaşamınıza anlam katacak bir şeyi mi keşfetmeye çalışıyorsunuz? Yaşamın anlamını aklınızla mı, kalbiniz ve eylemlerinizle mi arıyorsunuz?

“…ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu. Daha doğrusu bu sorunun hiç anlamı olmazdı; çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım…”

Yukarıdaki alıntı, Albert Camus’un, The Myth of Sisyphus and Other Essays .  (Sisifos Söyleni) isimli eserinden alınmıştır. (Kimi kaynaklarda Sisyphus yerine Sisyphos kullanılmaktadır.) Albert Camus’a göre, eğer siz hayatın anlamını aklınızla arıyorsanız, geçmiş olsun; çünkü bu, akılla bulunacak bir şey değildir. Hayatın anlamı, yalnızca duyu organlarıyla var olan bir ağaç ya da kedi için belki bir anlam ifade edebilir; ancak us’a sahip bir varlık için bu hiç de basit değildir.  

Akıl insanı diğer varlıklardan ayıran ve dahası bizim en çok güvendiğimiz organımız değil mi? Cevap ‘evet’ ise, nasıl olur da hemen hemen her insanın canını en çok acıtan, sözlükteki en pahalı kelimelerden olan ‘pişmanlık’ dilimizden düşmüyor? Dahası, buna bağlı olarak yaşadığımız en büyük hayal kırıklıkları sürekli tekrarlanıp duruyor?

Rasyonel davranıp dünyevi görevleri yerine getirmek için kendimizi maddesel başarılar, ihtiraslar ve başkalarının onayına adarız. Sonra elde ettiklerimizin etkisiyle kendimizi kıymetli insanlar arasında görürüz. Üstelik bu başarılar kalabalıklar için çok daha önemliyken, gece yalnız kaldığımızda kendi kendimize sorarız: “Ne yani, hepsi bu muydu?”

 Biliyorum ki akla dair yaptığımız tartışma kendi içinde çelişiyor; ama burada bir paradoksal ilişki olduğunu ifade etmek isterim. Bir yandan usu olan bir varlık olarak yaşamın anlamsızlığını, saçmalığını benimsiyoruz; diğer yandan da usa güvenmenin sonunda acılar duyuyoruz. Acaba neden?

Hayat, sanki bir akvaryumda verilen yeme tav olmuş ya da Platon’un mağarasında duvara yansıtılan gölgelerle avutulup manipüle ve hipnoz edilmiş canlılardan oluşmakta. Yaratılan bu zorunluluk, insanlara konfor alanı olarak yansıtılmış ve bu alanın dışına çıkmanın akılsızlık olacağı öğretilerek bir ağaç veya kedi misali sorgulamadan yaşamamız kurgulanmış gibi.

Felsefe tarihinin en önemli şahsiyetlerinden birisi olan Schopenhauer, hayatı bir sarkaca benzetir. Bu sarkacın bir ucunda, arzu edilen şeye sahip olunmadığı için insanların duyduğu acı (Agony), diğer ucunda ise arzu edilen şeyin elde edildikten sonra geçici hazzın bitmesiyle tatminsizlik kaynaklı sıkılganlık, bıkkınlık (Boring) bulunduğu iddiası vardır. Aslında bu iddia, sonlu bir varlık olan insanın sonsuz ihtiraslarının asla doymamasına dayalı kısır döngüsünü anlatmaktadır ve insanın kültürel tarihi içerisinde birçok kaynakta bariz bir şekilde ortaya konulmaktadır. (Bakınız: https://gaziantepsabah.com/makale/7152/tamahkar-riyakar-ve-hilekar)

Birçoğumuz, zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek, amaçlarımızı gerçekleştirebilmek ve bir şeylere sahip olmak amacıyla her gün sabahın erken saatlerinde uyanıp yollara düşüyor, iş yerlerimize varıyor; aynı, fakat hiç bitmeyen ve mantığın kabul etmediği yaklaşımlarla gündelik hayatın gelgitleri arasına sıkışıyoruz. Ardından akşam trafiğinde iyice bunalarak evimize dönüyor ve evde de hemen hemen benzer ritüelleri tekrarlayıp duruyoruz. Bizler, aynı döngünün içinde, çöldeki deve misali, üzerimize yüklenen toplumsal, kültürel, yasal zorunluluk ve sorumluluklara uyum göstererek verilen görevi yerine getirip duruyoruz.  

Ama durun bir dakika: Biz ne bir ağacız ne de bir kedi! Pırıl pırıl usumuz var, değil mi? Öyleyse bunu sorgulayalım: Biz yaşamak için mi çalışıyoruz yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz? Tolstoy, itiraflar isimli kitabının 32. sayfasında, hayatın anlamına dair yaptığı sorgulamalar arasında şu soruları sorar: “Niçin yaşıyorum? Niçin arzuluyorum? Niçin çalışıyoruz? Hayatımda kaçınılmaz olan ölümümle yok olmayacak bir anlam var mıdır?”. Bu sorulara cevap bulmak için ne bilim ne felsefe ne inanç sistemleri ne de Asya’daki öğretileri bıraktı. Hepsini aradı durdu ve sonunda şunları söyledi:

“Yoksa bazı şeyleri anlamadım mı? Bu çaresizliğin insanlara özgü olması imkânsız bir şey. Ve sorularıma, insanların ulaştığı bütün bilgilerde cevap aradım. Istırap içinde ve uzun uzun aradım. Boş bir merakla değil, rahat bir şekilde değil ıstırapla, inatla, gece gündüz aradım. Yok oluşa giden bir insanın araması gibi… Ve hiçbir şey bulamadım.

Bütün bilimlerde aradım. Hiçbir şey bulamamakla kalmadım, kurtuluşu bilimlerde arayan bütün insanların benim gibi hiçbir şey bulamadığı kanaatine vardım. Ayrıca beni ümitsizliğe götüren şeyin, aslında hayatın anlamsızlığının, insanlığın ulaşabileceği tek kesin bilgi olduğu sonucuna vardım.

Aynı kitabın 40. sayfasında, Hz. Süleyman’a atfen, “Her şey boş. İnsanın yeryüzünde sarf ettiği çabadan eline geçen ne? Bir nesil gidiyor, öteki geliyor; ama dünya sonsuza kadar kalıyor: Olup biten şeyler ne oluyor? Keza, daha sonra ne olacak?” Tolstoy bize bu alıntıyla, inanç sistemlerinin öncülerinden birisinin dahi hayatın anlamına nasıl baktığını ortaya koymaya çalışmıştır.

Asya’ya gittiğimizde ise, Konfüçyüs’ün dediği gibi insanoğlu, yaşadığı günün ihtiyaçları ve geleceği için sağlığını feda ederken aslında ne bugünü ne de geleceği yaşar. Ve sonrasında şu müthiş sözü söyler: “Aslında ölüm yokmuşçasına yaşarken yaşamamış gibi ölürler.” (Kaynak: Konfüçyüs: Nereye giderseniz gidin ama tüm kalbinizle gidin.)

Velhasıl, gök kubbenin altında ezelden ebediyete süregelen bu kör döngüde kim gelirse gelsin, anlamsızlığın içinde anlamı arayarak geçip gidecektir.

Bunun, bir kayayı güneşin doğuşundan batışına kadar geçecek sürede tepenin üstüne çıkarmaya çalışmaktan farkı var mı? Yanlış formülle doğru cevap bulunmaz misali, bize dayatılan bu yaşam modeliyle hayatın anlamını nasıl bulacağız? İşte bu kısır döngü içerisinde ne kadar çaba harcarsanız harcayın, asla bitmeyecek bu anlamsız ve sonsuz uğraşa ‘Sisyphean ödevi’ veya ‘Sisyphean Laneti’ denilmektedir. (Not: Sisyphean sözcüğü, Korintos Kralı hem kurnaz hem gaddar olan Sisyphos’dan esinlenerek türetilmiştir.)

Gelin, hayatın anlamına dair iki müthiş hikâyeyi birlikte analiz edelim.  Birincisi, en az 3000 sene önce anlatıldığı düşünülen Sisyphos efsanesi; diğeri ise Tolstoy’un itiraflar kitabının 4. bölümünde (ss: 25-30) anlattığı, en az 2 bin senelik bir Hint-Budist Doğu hikâyesi. Önce birincisinden başlayalım, sonra da şahsi perspektifimizden tartışalım.  

Yazılı tarihin kimine göre ilk edebiyatçısı, kimine göre röportaj yapan ilk gazetecisi, kimine göreyse ilk yazarlarından olan Homeros’un anlattığı Sisyphos metaforu, kelimenin tam anlamıyla simgesel olarak bu kör döngüyü temsil eder. Aynı metaforu bambaşka bir perspektiften değerlendiren Albert Camus ise bunu, absürt döngüye bir başkaldırı gözüyle tartışmıştır. Fakat bu bir sonraki yazıda ele alınacak.   

Gelin şimdi bu öyküyü hatırlayalım; lakin ‘Kimdir bu Sisyphos?’ sorusuna Homeros’a göre cevap verelim: Tanrılara karşı kibirli, kurnaz ve haddini aşan bir kral. Sisyphos’un, ölüler diyarının bir ölümlü ruhu olarak ölümsüz bir döngünün içinde verilen cezayı anlatan bu mitosunu Homeros’tan alıntılayalım.

Sisyphos’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: Yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı, ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, ha bire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı, varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına tam bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden başbelası kaya o da yeniden itiyordu kayayı tekmil kaslarını gere gere, kopan toz toprak habire aşarken başının üstünden o da ha bire itiyordu kayayı, kan ter içinde.

Tanrıların cezası gereği, her gün dağın tepesine çıkarmak üzereyken yeniden aşağıya yuvarlanan o kayayı tekrar yukarıya çıkarmak, Pandora’nın Kutusun’da anlattığım Prometheus’un kaderinden farklı değil (Bakınız: https://gaziantepsabah.com/makale/7594/pandoranin-pithosu-kutusu-simgesel-olarak-lanetin-ve-kotulugun-dogusu-part-4-ve-son). Tanrılar kendi alanlarına girildiği takdirde ister insanlar için iyilik yapmaya çalışan bir melek isterse Sisyphos örneğinde olduğu gibi kurnaz, bencil olsun, tereddütsüz bir şekilde en ağır cezayı ebedi olarak kesiyorlar.

Bu mitos, tanrıların hükümdarlık alanına girildiği (kaderlerini kabul etmeyişleri) takdirde cezasız kalınmayacağının göstergesi olarak, gözdağı verilmesi açısından -yani siz de aynı akıbete uğrarsınız demenin günümüze uyarlaması olarak- değerlendirilebilir. Sisyphos’un, Hades’in diyarında ebediyete kadar çekeceği bu çile, ceza, konumuzun ana teması olan hayatın anlamsızlığını açıklamaya da yetiyor.

Homeros’a göre aslında simgesel olarak, Sisyphos nezdinde insanların her birinin sonsuz bir elem ve ıstıraba mahkûm edilmiş Sisifoslar olduğunu söylemeye çalışır. Gece gündüz aynı şeyleri tekrarlamak, arzularının, ihtiraslarının peşinde koşmak, dışsal onaylara bağlı kalmak Homeros’un yorumuyla ‘yararsız ve umutsuz bir çaba sonucu insanın hiç bitmeyecek ıstırabından başka bir şey değildir.’ Homeros bize, insanın kaderine, bir başka deyişle ölümlülüğüne karşı direnç göstermesinin boşuna olduğunu, kendisine çizilen alanın dışına çıkmaması gerektiğini bu metaforla anlatmaya çalışmıştır. Bunu usuyla sorgulamak yerine, bu anlamsızlığı ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olarak sürdürmek en iyisidir; yeter ki anlamsızlık düzeni bozulmasın.

 

Peki, Albert Camus’nün bu döngüye dair yorumu? Ona da bir sonraki yazıda döneceğiz.

Dr. Öğretim Üyesi Ali Yüce, Kapadokya Üniversitesi

Ezelden Ebediyete: Tolstoy ve Sisyphos Rehberliğinde Anlamsızlığın İçindeki Anlam Arayışı
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *