ACI BİZ BİRAZ ŞAİBELİ ADAMIZ

YAYINLAMA: 31 Mayıs 2019 / 20.00 | GÜNCELLEME: 31 Mayıs 2019 / 20.00

Esat Kaya Turgay Ağabeyi dün sonsuz yolculuğuna uğurladık. Kendisine tanrıdan rahmet diliyorum. Bugünkü köşemi de kız kardeşim Ayfer T. Ünsal'ın Esat Kaya Turgay ile yaptığı bir söyleşiye bırakıyorum

                                                                  

 

 

Ayfer Tuzcu Ünsal

 

Esat Kaya Turgay, halk içinde rahatça gezebilen sayılı siyasetçilerden biriydi. Muhteşem bir hafızası ve arşivi vardı. 1970’lerde  belediye başkanı seçildiğinde şeffaf belediyecilik yaptığını da bu yazıyı kaleme alırken fark ettim. Ayşe Nur Yılmazer ile konuşurken, babası rahmetli Dr. Rauf Yılmazer’in Gaziantep Sabah Gazetesi’nde çıkan yazılarını bir araya toplayarak bastırdığını söyledi. Hatta zahmet etti, bana da bir kopya gönderdi. Kitapta Rauf Bey’in Gaziantep Sabah Gazetesi’nde çıkan onlarca makalesi yer alıyor.

1975 ve 1976 tarihli makalelerdeki imzasını Op. Dr. Rauf Yılmazer, Şehir Meclisi Üyesi diye atmış. Dr. Rauf Bey, bir ara belediye başkan yardımcılığı da yapmış. Yazılarda sürekli belediye meclisindeki karar ve çalışmalardan bahsederken, aslında belediyecilik kanunlarına ne kadar uyduklarını da anlatıyor. Yani, zaten belediyeciliğin şeffaf olması gerektiğini vurguluyor.

 

Cahit Saraç, “Gaziantep Tiyatro Tarihi ve Geçmişten Esintiler” isimli kitabında Esat Kaya döneminde kurulan Gaziantep Şehir Tiyatrosu’nu anlatır. Benim de defalarca o tiyatroda oyun seyretmişliğim vardır. Şimdi düşünüyorum da, tiyatro aktör, aktirist ve masrafları için her seferinde belediye meclisi karar alıyor ve aksatmadan ödüyorlar. 1970’li yıllar için ne büyük kültür etkinliğidir bu... Hem Esat Kaya, hem de Cahit Saraç, o dönemin yetişen genç ve çocuklarına tiyatro seyretme ve hatta oyunda rol alma hazzı yaşatmışlardır, az şey midir bu?

 

Gaziantep’in kısıtlı olan su kaynaklarına ek olarak Kartalkaya barajından getirilen içme suyu projesi de yine Esat Kaya Turgay döneminde yapılmıştır.

 

Abimin sürekli ısrarı ile, 2 Ağustos 2014 tarihinden başlamak üzere, Esat Kaya Turgay ile sesli röportajlar yaptım. Kaç tane yaptığımı saymadım, ancak tümü bilgisayarımda ve hatta yedekli olarak saklanıyor. Röportajları yaparken, belli bir kronolojiye göre değil, tamamen kendisinin anlatmak istediği konular üzerinde konuştuk. Dün, onlardan ilk başta olanının bir kısmını çözdüm. Size aktarmak üzere de bu yazıyı kaleme aldım. Yazıyı kendi dilinden yazmaya gayret ettim.

 

Esat Kaya Turgay’ın babası Ali Haydar Bey Mersin, Elbistan, Malatya’da memur olarak çalıştığı için Turgay, ilkokulu babasının görevi nedeniyle oralarda bitirir. Ali Haydar Bey, Nizip Belediyesi’nde muhasebe müdürü olduğunda, Esat Kaya da ortaokul çağlarına gelmiştir. Nizip’te ortaokul olmadığından Gaziantep’te kalarak nine ve dedesinin yanında ortaokula başlar. Birinci sınıfta 7 zayıf getirerek sınıfta kalır. Aile bunun üzerine Gaziantep’e taşınır. Baba Ali Haydar Bey, Gaziantep Belediyesi’nde eski tabirle Başkatip, yani Yazı İşleri Müdürü olarak görev alır.

 

Esat Kaya Turgay’ın da görev yaptığı Gaziantep Belediyesi, yazıya konu olan dönemde ve kendisinin bizzat seçildiği dönemde hep Şire Hanı’nın önündeki iki katlı binadır.

 

“CHP, 1950 yılında seçimi kaybeder. Demokrat Parti seçimi kazanır. Belediye yönetimi bu şekilde değişir ve Abdülkadir Batur belediye başkanı olur. O dönemde,  belediye seçim sistemi de çok farklıdır. Belediye başkanı ayrıca seçilmez. belediye meclisi üyeleri seçilir. Belediye meclisi üyeleri seçildikten sonra toplanır. Aralarından bir yıllığına bir başkan seçerler, o kişi de belediye başkanı olur.

 

Daha sonra, 1961 Anayasası ile belediye başkanları, belediye meclisinden ayrı seçilir olmuştur.

 

Abdülkadir Batur, belediye meclisi üyesi sıfatı ile belediye başkanı olur. 1950 de... Süre devam eder, 1954’e gelinir. 1954’te yine Demokrat Parti ekseriyetle meclisi kazanır. Çoğunluk sistemine göre seçim yapılmaktadır ve bir oyla bile çoğunluğu alan bütün vekilleri alır. Bu şekilde 450 üyeli meclisin sadece 30 milletvekilini CHP alabilmiştir.

 

1955 yılında belediye seçimleri yapılacaktır. O devirde seçmen kütüklerini belediye hazırlar. Seçmen kütükleri de belediye yazı işleri müdürünün masasında durur. O zaman bu kütüklerin bir kopyesi siyasi partilere falan verilmez. Yani kütük yazılırken bir sokağın içerisindeki Halk Partililer yazılmamışlarsa bunu kimse bilemez! Şimdi babam, CHP’ye yakın bir insan olduğu için Cumhuriyet Halk Partisi’nin yetkilileri zaman zaman gelir, “Acı Haydar Bey, şu kütüklere bir baksak, bizim kaydımız var mı?” diye bakarlardı.

 

1954 senesinden sonra Demokrat Parti Hükümeti bir kanun çıkarır. Kanun şu: “Atamaya yetkili amir, görülen lüzum üzerine istediği memuru emekliye sevk edebilir.” Ancak, emekli olan kişi, maaş alabilmesi için ya 25 senelik memur olmalı ya da 65 yaşını geçmiş olmalıdır. Yani, adam emeklidir ama maaşsız emeklidir. Gaziantep Belediyesi Başkanı Abdülkadir Batur da Antep Belediyesi’nden beş kişiyi bu kanuna dayanarak emekli eder. Bu kişilerden birisi de benim babamdır. 21,5 senelik devlet memurudur, 49 yaşındadır. Babama verilen nedir? En son maaşı olan 350 liradır. Ben de o sene İstanbul’a yüksek öğrenim görmek üzere gidiyorum. Babam, ailesini geçindirmek ve beni okutabilmek için kendisine iş arar... Öyle ya, 49 yaşında olduğu için emekli maaşını alamayacaktır. Babam, Gaziantep Kömürler yolunu yapan Garanti Şirketi denilen bir şirkette veznedarlık görevi bulur. Görev yeri, Sakçagöz’de, yani eski tabirle Hurşit Ağa’dadır. Yani şantiye orada. Babam, malzeme almaya gider, bilmem ne yapar filan... Şirketin jipi ile gider, gelir. Para getirir, maaş dağıtılır. Bir keresinde yolda çevirirler, çantasındaki parayı alırlar. Kendisini de vurup, öldürürler.

1955 senesidir. Öldürdükleri yer, Hurşit Ağa yokuşunun tam tepesindedir. Şimdi, bundan sonrası enteresandır.

 

Üniversite birinci sınıftayım. Ve ben de o sırada o şantiyede çalışıyorum. Staj görüyorum. Babamın öldürüldüğünü bana birden bire söylemediler, anıştırdılar. Yav işte bir kaza olmuş, sen Antep’e git filan gibisinden. Bizi Maraş üzerinden Antep’e götürdüler. O dönemde Garanti Şirketi babam için yola bir anı taşı diker. Anı taşı, der ki burası Haydar Bey yurdu, burada Ali Haydar Bey eşkiyalar tarafından vurularak öldürülmüştür.

 

1957 senesine geliriz. İçişleri Bakanı Namık Gedik Bey, karayolu ile Antep’e gelir. Gelirken bu taşı görür. Bu ne yav der. Jandarmaya talimat verilir ve taş yerinden sökülerek atılır. Jandarmanın karakol komutanı dostumuz olan bir adamdı. Geldi adam, haber verdi. Zamanın Gaziantep Valisi de Hıfzı Ege. Hıfzı Ege’ye ben bir dilekçe verdim. Filan yerde böyle böyle bir taş vardı. Fakat kırılmış gece, kaldırmışlar. Bunun kim tarafından, niçin kırıldığı konusunda bize gerekli bilginin verilmesi... Dilekçemi Jandarma alay komutanlığına havale etti. Ben de oradaki bir binbaşıya verdim. Binbaşı aldı, “tamam” dedi. İki gün sonra netice almak üzere gittim. Dedi ki: “Keskin dönüşlerin görüntüsünü bozuyor, bilmem ne yapıyor falan kaldırılmıştır ve İçişleri Bakanının talimatıyla” dedi. Dedim ki, “Sayın komutanım, size yazılı dilekçe verdim, siz de bana yazılı olarak cevap vermelisiniz.” “Veremem efendim” dedi. Ben dışarı çıktım. Dışarda bir jandarma Yüzbaşı beni çağırdı: “Oğlum, sen yeniden bir dilekçe ver.” Yeniden aynı konuda dilekçe verdim. Bu defa yazılı olarak cevap verdiler, ama Namık Gedik isminden bahsedilmiyor. Şimdi bunun üzerine notere gittim. Noter eliyle bu konuda Valiye bir ihtarname çektim. Noter Ali Taşar. İki – üç gün sonra gittim Ali Bey’in yanına ve “Benim ihtarnamem ne oldu” diye sordum. “Valiyi bulameyk” dedi! Yav, Vali nerede olur? Ya Antep’teki evinde olur, ya bağevinde olur, ya da vilayette olur! Sonradan öğrendik ki, Valiye götürmüşler, “Ben onu almam” demiş. Sonra Ali Taşar Savcı ile konuşmuş, daha doğrusu danışmış, “Bu dilekçeyi Cumhurbaşkanına gönderse, biz göndermek zorundayız” demiş. Savcı, vasıtasıyla Vali’ye vermişler. Vali, ne kadar Demokrat Partili avukat varsa, hepsini toplamış başına, benim noter aracılığı ile gönderdiğim dilekçeme cevap veriyor. Ondan sonra tehdit edildim, ben Danıştay’a dava açacaktım, rahmetli amcam da o zaman Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nde çalışıyor, Vali, “onu işten attırırım” dedi o zaman. Acı biz biraz şaibeli adamız...

 

Sene, 1957... Türkiye’de ilk öğrenci hareketlerinin içerisinde bulunan adam benim. Ülke, 1957 seçimlerine gidiyor.

 

ATÜ- Siz nasıl okuyorsunuz, geliriniz nereden?

 

EKT – Babam öldürüldüğü için emekli maaşı bağladılar. Üniversiteden de destek alıyorum. 27 Ekim 1957’de seçim var genel seçim, milletvekili seçimi. Ben de İstanbul’da öğrenciyim yurtta kalıyorum. İmtihanlara falan hazırlanıyoruz. Seçimden 15 gün evvel, Demokrat Parti’nin orada bir konvoyu oluştu. Taksim’de miting yapıyorlar. Tabii bunlar korna morna çalıyorlar. Biz de “ya ya ya, şa şa şa İsmet Paşa çok yaşa” diyoruz. Karşılıklı sataşmalar filan... Bir hafta sonra İsmet Paşa’nın Taksim’de mitingi var. Ben de katıldım, cebimde rozet de var tabii. Karşımızda da bir kahvehane var. Yurdun karşısında küçük bir kahvehane var.

 

ATÜ- Yurt nerede?

 

EKT- Vezneciler’de, Site Öğrenci Yurdu. Karanlık olduktan sonra bunlar dışarıya hoparlör koymuşlar, çıkmışlar konuşuyorlar. Haber gönderdik, “Biz ders çalışıyoruz, dışardaki hoparlörleri susturun  Zaten güneş battıktan sonra dışarı konulan hoparlörlerle yayın yapmak yasak! Adamın birisi kahvehaneden dışarı çıktı, bizi kastederek, “Bu öğrenciler, kansız, şerefsiz... biz ahırlarda yatarak kalkarak okuduk. Bu öğrencilere biz kaşaneler yaptırdık. Ama kıymetini bilmiyorlar” filan. Şimdi bunun üzerine karşılıklı tartışmalar başladı. Biz de yukardaki odamızdan aşağı indik, yurdun kapısının önünde durduk. Karşı tarafta olanlar da aşağı yukarı bizim yaşımızda. Bu arada karşılıklı küfretmeye başladılar. Bu sırada bir adam geldi elinde fotoğraf makinası, “Ben bilmem ne gazetesinin muhabiriyim. Burada bir olay olmuş sizin fotoğrafınızı çekeceğim” dedi. Bu sırada biz,  Sen polis misin?” dedik, ama o fotoğrafı çekti. Şimdi, fotoğrafta kim var Antepli olarak? Sıtkı Kepkep, Süleyman Öztürk ve kalabalık bir gurup. Aradan bir 10-15 dakika geçti, polis jipi geldi. Şişmanca bir komiser indi, fotoğrafı gösterip,  Bunlar kim?” dedi. Bir tanesi ben, bir tanesi Diyarbakırlı bir çocuk, bir tanesi de Kıbrıslı İngiliz uyruklu bir çocuk. Fotoğrafı tab etmişler, bizim resimlerimizi işaretlemişler.

 

ATÜ- Kıbrıslılar o zaman İngiliz uyruklu mu olur?

EKT- Evet. Bizi jipe bindirdiler.  Gittiğimiz yer de 50 metre ilerde, bir kahvehaneyi boşaltıp polis karakolu yapmışlar. Kahvenin çayhanesini de nezarethane yapmışlar. Bizi nezarethaneye koydular. İçerisi karanlık ama, cebime elimi attım, rozet var. Rozeti yere bırakınca ses çıktı. Neyse atlattım onu. Biraz sonra bir adam geldi Emniyet Müdür Muavini Ahmet Paftalı imiş. Karakolun komiseri 1.80-90 boyunda bir adam. Beni karşısına çıkardılar bir şeyler sordu filan, ben de “bilmiyorum” deyince, o sırada komiser elini kaldırdı: “müsade edersen müdürüm ben bunu bülbül gibi konuştururum” dedi. Ben tabi çok korktum. Neyse, Emniyet Müdür muavini müsade etmedi... Aldılar bizi, iki parmakla daktilo yazan bir polisin karşısına getirdiler. Bekçilikten gelme polis, ifademizi alıyor, adımızı filan sorduktan sonra, “siz vatan hainisiniz” diye hakaret edip, bir taraftan da sanki biz bir şey söylemişiz gibi yazıyor.

sonra Nevzat Emralp diye birinci şube müdürü var, meşhur bir adam o geldi. Daha sonra Ataş’a güvenlik müdürü oldu. Beni gene bir tarafa çektiler. “Ben bağırmadım, küfretmedim” dedim. “Peki kim küfretti?” dedi. “Vallahi kalabalıktı, ben bilemem” dedim.

“Yurda gidersem size kimin küfrettiğini belki söyleyebilirim” dedim. Beni götürmeye niyetlendiler, ancak bir polis, “beyim biz bunu götürürsek, geri getiremeyiz!” dedi.

O sırada yurdun öğrencileri de beni sorguladıkları yerin önüne yığılmışlar. Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanına telefon etmişler. İl başkanı yokmuş, daha sonra Milli Savunma Bakanı olan bir arkadaş vardı, “şimdi bir şey yapamayız, mahkemeye çıkarırlar, orada müdahale ederiz” demişler.

Ama çocuklar tedirgin, kapının önünde bekliyorlar. Bu sırada Onat Kutlar içeri girdi. Ve “Efendim, biz arkadaşlarımızın canından korkuyoruz. Görelim. Çünkü, bir iki gün evvel de nezarette birisi kendini kravatıyla astı” dedi.

Bizi dışarı çıkardılar. Bir de orada bir görgü tanığı var, kadın bir memur. Adnan Menderes ve Celal Bayar’a küfrettiğimizi görmüş. Sıtkı, “biz Çamlıca’dan yemekten geliyorduk, nitekim orada bıraktığımız ekmekler duruyor” filan diyor.

Neyse daha sonra Emniyet Müdürü geldi. Hayrettin Nakıpoğlu, o da esti yağdı filan. Sonra saat üç oldu, “gidin, yarın görüşürüz” dediler. Ertesi gün yurt müdüründen öğrendik ki, İçişleri Bakanı Namık Gedik, İstanbul’daymış, Namık Gedik’e bilgi vermişler, o da Adnan Menderes’e telefon etmiş, Menderes: “Böyle bir şey yapmışlarsa kendilerine teessüf ederim, bırakın gitsinler, bir oyları var, istedikleri partiye atarlar” demiş. Bak aradan 60 sene geçti, biz kimseye küfür filan etmedik!

ACI BİZ BİRAZ ŞAİBELİ ADAMIZ