Hayat anlaşıla anlaşıla gidilen sonsuz ufuktur!

YAYINLAMA: 03 Aralık 2024 / 00.00 | GÜNCELLEME: 02 Aralık 2024 / 19.17

Eskimiş patikayı, tozlanmış kasabayı, ağırbaşlı şehri, büyük imparatorluğu, Mem Û Zîn'i, Eros'u ya da Franz Kafka ile Milena Jesenska'yı düşünün. Buralarda büyük hafızalar, koca koca tanıklıklar, nice hayatlar birbiriyle iç içe geçmiştir. Ya da çarpışarak yeri yerinden oynatmışlardır. Her sabah onlara rastlamak, yeniyle birlikte onları tanıştırmak mümkündür. Kalbimiz özgürce gezindiğinde, düşüncelerimiz korku duvarını aştığında, yüzümüzü tarihsel tablolara döndürdüğümüzde hiç olmadığı kadar başlangıç ve sonlara rastlarız. "Aslında hiçbir şeyin nasıl bittiğini bilmiyoruz."[1]
“Bu devasa birliğin,” belli aşamalardaki sonlanışını ve diğer ucundaki “çırakça tazelikteki canlanışını” sezebiliriz. Hayatı biriktirmek niyetiyle yola düştüğümüzde veya her şeyin kendiliğinden gelip gereğini yapmasını umut ettiğimizde hayallerimiz, isteklerimiz ve yığınla güzellik bir taraftan kırılıp kopar; bir diğer taraftan bize uğramadan sıvışır. Tıpkı aşkın hiç var olmadığını söyleyen birçok insan gibi, bazı insanlar sevinçli duyguları hiç tatmazlar. Çünkü onların hayat ile araları pek iyi olmamıştır.

Belki de insan sadece kendisi değildir, içsel titreşimleri de kendine yeterli gelmez. Çünkü insan hem içidir hem de dışıdır. İnsan hem kendisidir aynı anda bir diğeridir. İnsan hem bastığı yerküre hem de ulaşamadığı gökkuşağıdır. Bu arada hayat ise daha önce yaşanandır; şu anın, geleceğin dünle buluşmasıdır. Tek derdimiz kendimizi dünyaya duyurmak olmamalı. Haklılığımızı, gururlandığımız tüm eylemliklerimizi ve algılarımızı bir diğerine hışımla dikte etmek evvel kendimize kıyıcılıktır.

Hayat bizden parçalar taşır, biz ise hayatın minnacık kıymığıyız. Yürüyen ‘yaşantı gemisinde’ yol alışımız sonsuzdur. Ve bunu durdurma olasılığımız pek de görülmemiştir. Planlamadan keşfettiğimiz ve adını koymaya cesaret edemediğimiz birden çok uyarı ve sırlara denk geliriz. Bunlara hesap edilmeyen gerçekleşmeler diyebiliriz.  Yani, "tesadüf diye bir şeyin olmadığına ikna olup, bunun yerine hesap edilmeyen olasılıkları ihtimal dâhilinde görmeliyiz." [2] Gidip de varalım diye planladığımız birçok hayale ulaşmadan, ismini hatırlamadığımız acımasızlık bizleri bilinmedik kapısından içeri sokabilir. Yüzümüzdeki yorgunluk, içimizdeki sıkıntı, üstümüzdeki yaralar sözünü uzatmadan yaşamımıza bulaşan bu olasılıktır işte.

Bu zorunlu yeşertinin bir yerlerinde cesaret, samimiyet elzemdir. İstenmeyen neticeleri el birliği ile nasıl çoğalttığımızı itiraf etmek; korku eşiğini ve paniklemeyi aşmak için gerçekçi bir tutum olur. Böylelikle yazgımıza el koyanları teşhis edebiliriz; “ona” amaçladığımız ve istediğimiz hikâyenin sözcüklerini doyasıya serebiliriz. Elbette akıp giden hayatın tümünü değiştirmek bizim haddimize değil. Ama hayatın anlaşıla anlaşıla gittiğimiz sonsuz ufuk, ruhumuzun ise kuruluş aşamasındaki bahçe olduğunun farkına varabiliriz.

Unutmayalım ki, "gelecek masumdur ona henüz el değmemiştir." [3] İnsan ara vermeden kendine anlamlar, bilinç, değerler, duygu bağları yüklemeli. İnsan kocaman hedefleri tercih edebilir ve kendini yabanıl(atıl) amaçlardan soyutlayabilir. Ruh böyle kurtarılabilir ve böylece öz filizlenir işte.  Yine de tüm planlarını sonraya havale etmek sevilmeyen kâbuslarla uyandırabilir. ‘Yaşayan zaman’ başka zamana havale edilmemeli. Onun için, "herkes yapması gerekeni, gerçekten yapılması gerektiği biçimde yapması en iyi yoldur."[4]
Heyecanı, neşeyi, sevinci, duruluğu ve hür iradeyi etkin kılan varoluşsal saygınlığı özne kılan ilişkilerdir. Kafası sürekli oradan oraya giden, duyguları kozmopolit ve yaşamı yakalamakta kararsız olan kendine ve “ötekine” yarar katamaz. "Övgüye değer olan içinde durduğumuz zamandır.” Onun için yaşadığımız yere yakın kötülükleri olduğu yerden koparmak zorundayız. Yakınmak hiçbir derdin devası olmadı. Öyle olsaydı yeryüzü bu halde olmazdı.  Var olanı duymadığımızda, bilineni görmek istemediğimizde, haykırışları işitmediğimizde hiçbir şey iyileşmiyor. Mesela, sefalete teslim edilen çoğunluğu, randevu alamayan hastayı, açlığa mahkûm edilen çocuğu, yok edilen doğayı, çürütülen suları, savaşa direnen barışçılları görmezden gelerek sefa süremeyiz.

"Hiç şeyi unutmak hakkına sahip değiliz," diyor Hemingway. Gerçekleşene gözlerini kapamak, unutmak, yumuşatmak ne bireye ne de toplumlara iyi geliyor. Yaşamının peşinde olan kadın, istismar edilen bebek, silaha akıtılan alın terimiz, yaşamı işgal edilen mülteci ve sınırlara yığılan feryatlar örtbas edilemez. Acının yerine mutluluk çığlıklarını çoğaltmaktan sorumluyuz. Kaynakların eşit dağılımının eşit ve özgür yaşamın gereği olduğuna ikna olmak zorundayız.

“Durmadan izleniyoruz. Peşimizde birileri var. Kim mi? Kendi yolumuz kesen kendimiziz.” [5] Artık kendi kendimizi ele vermekten, hiçbir şey bilmediğimiz konularda çok şey bildiğimizi sanmaktan vaz mı geçsek?

 “Hiçbir insan bir ada, kendi başına bir bütün değildir. Her insan kıtanın bir parçası, bütünün bir bölümüdür.” [6] İnsan kendi başına değildir. İnsan bir diğerinin, iyinin ve doğrunun mecburiyetidir.

Severek, sayarak, önemseyerek, duygudaşlık ve sempati kurarak yapacağımız daha çok şeyin olduğunu kabullensek mi?



Kaynaklar ve Alıntılamalar:
Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Ernest Hemingway, [1,4,6])

Sefiller (Victor Hugo, [5]

Tesadüf ( Deniz Kazan,  [2,3])

 

Hayat anlaşıla anlaşıla gidilen sonsuz ufuktur!
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *