Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü Türkiye Temsilcisi Gazeteci Erol Önderoğlu, AK Parti’nin gazeteciliğin ve medyanın çağdaş bir dünyada sahip olması gereken hakları teminat altına almaya yanaşmadığını söylerken, “Mizaha hoşgörüsüz yaklaşıldığı, en demokratik bir eylemin ‘komplo’ olarak görüldüğü, gazeteciliğin ceza davalarıyla bastırıldığı, ‘güvenlik’ gerekçesiyle yayın yasağı getirmenin alışkanlık halini aldığı bir dönemdeyiz” ifadelerini kullandı. Önderoğlu, “Hükümet, güçlendikçe kendisine destek vermeyenlere karşı daha da hoşgörüsüz yaklaştı” dedi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Örgütü Türkiye Temsilcisi Gazeteci Erol Önderoğlu, Türkiye'de basın özgürlüğünün geçmişten bugüne karşı karşıya olduğu sorunları DW'ye değerlendirdi.
Önderoğlu, medya özgürlüğünü, kamuoyunu bilgilendirmenin yasal ve yerleşik standart olarak hak olduğu bir toplumda gazetecilerin kamu yararı olan tüm meselelerde kamu makamlarından ve toplumdan çekinmeden ve sindirilmeden haber verebilmeleri, bilgilendirebilmeleri ve eleştirebilmeleri olarak tanımladı.
PKK örgütüyle Güneydoğu’daki savaşın etkili olduğu 1990’lı yıllarda gazeteciliğin zaten Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) gölgesinde şekillendirildiğini, güvenlik kuvvetlerinin işlediği ihlallerin ve güvenlik politikalarının eleştirilemediğini savunan Önderoğlu, “Kısacası, büyük ağırlıkla izinli gazetecilik söz konusuydu” ifadelerini kullandı.
Önderoğlu, pek çok uluslararası ve ulusal hak örgütü gibi Sınır Tanımayan Gazeteciler’in de asker çevresince benimsenmediğini, zaman zaman da dönemin bazı ana akım medya organlarının hedefine oturtulduğunu anlatırken, şu açıklamaları yaptı:
“2001 yılında, gazeteciliğin askeri politikalarla baskı altında tutulmasına karşı Sınır Tanımayan Gazeteciler'in Paris’teki Saint Lazare Garı’nda düzenlediği eylem, RSF muhabiri olarak İstanbul’da telefonla tehdit edilmeme neden olacaktı.
Paris merkezli bir tek sivil toplum örgütünün, dünyadaki birçok yetkili gibi, Türkiye için dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun fotoğrafını da ‘Basın Özgürlüğü Düşmanı’ olarak Garı’nda sergilemesi, neredeyse Fransa-Türkiye arasındaki ticari, askeri ve politik ilişkilerin sonunu getiriyordu.
‘İstenmeyen’ medya organları ve sivil toplum örgütleri, Başbakanken ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra da Erdoğan’ın sözlü saldırılarından paylarına düşeni sırayla aldılar. Gezi eylemlerinden beri Türkiye ve uluslararası medya temsilcilerinde ‘dış komplonun’ izlerini süren Erdoğan, Türkiye’nin neden gazetecilerin en çok şiddet gördüğü ülke olduğu sorununu bir kenara bırakıp, 2014 Bilançosu’nda ‘İsrail’ adının geçmediğini savunduğu RSF’ye kamuoyu önünde saldırıyordu. 13 yıl arayla yaşanan bu iki durum, Türkiye’nin kat ettiği yolu da özetliyor.”
20 yıl önce ileri gelenlerin düşman gözüyle baktığı ve “bölücü” diye damgaladığı sivil toplumun, 15 yıldır Avrupa Birliği adaylık ve üyelik müzakereleri yürüten bugünkü iktidar için de bir o kadar istenmeyen, dışlanan ve itibarsızlaştırılan bir çevreyi oluşturduğunu belirten Önderoğlu, şöyle konuştu:
“AB politikalarını belirlerken, yasa çıkarırken ve örneğin Türk Ceza Kanunu’nu değiştirirken muhalefet partileri, gazeteci örgütleri ve diğer hak örgütlerine karşı çatışmacı bir ilişki kuran hükümet, güçlendikçe kendisine destek vermeyenlere karşı daha da hoşgörüsüz yaklaştı. Sorun kültürel olduğu için AKP, gazeteciliğin ve medyanın çağdaş bir dünyada sahip olması gereken hakları teminat altına almaya da yanaşmadı. Böyle olunca da kimse, 2014’te İnternet sansürü yaygınlaştırılırken (TİB Kanunu) ve istihbarat güçlendirilirken (MİT Kanunu) hangi temel hakların çiğnenebileceği tabi ki tartışma konusu edilmedi. Mizaha hoşgörüsüz yaklaşıldığı, en demokratik bir eylemin ‘komplo’ olarak görüldüğü, gazeteciliğin ceza davalarıyla bastırıldığı, ‘güvenlik’ gerekçesiyle yayın yasağı getirmenin alışkanlık halini aldığı bir dönemdeyiz.”ANKA
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Örgütü Türkiye Temsilcisi Gazeteci Erol Önderoğlu, Türkiye'de basın özgürlüğünün geçmişten bugüne karşı karşıya olduğu sorunları DW'ye değerlendirdi.
Önderoğlu, medya özgürlüğünü, kamuoyunu bilgilendirmenin yasal ve yerleşik standart olarak hak olduğu bir toplumda gazetecilerin kamu yararı olan tüm meselelerde kamu makamlarından ve toplumdan çekinmeden ve sindirilmeden haber verebilmeleri, bilgilendirebilmeleri ve eleştirebilmeleri olarak tanımladı.
PKK örgütüyle Güneydoğu’daki savaşın etkili olduğu 1990’lı yıllarda gazeteciliğin zaten Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) gölgesinde şekillendirildiğini, güvenlik kuvvetlerinin işlediği ihlallerin ve güvenlik politikalarının eleştirilemediğini savunan Önderoğlu, “Kısacası, büyük ağırlıkla izinli gazetecilik söz konusuydu” ifadelerini kullandı.
Önderoğlu, pek çok uluslararası ve ulusal hak örgütü gibi Sınır Tanımayan Gazeteciler’in de asker çevresince benimsenmediğini, zaman zaman da dönemin bazı ana akım medya organlarının hedefine oturtulduğunu anlatırken, şu açıklamaları yaptı:
“2001 yılında, gazeteciliğin askeri politikalarla baskı altında tutulmasına karşı Sınır Tanımayan Gazeteciler'in Paris’teki Saint Lazare Garı’nda düzenlediği eylem, RSF muhabiri olarak İstanbul’da telefonla tehdit edilmeme neden olacaktı.
Paris merkezli bir tek sivil toplum örgütünün, dünyadaki birçok yetkili gibi, Türkiye için dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun fotoğrafını da ‘Basın Özgürlüğü Düşmanı’ olarak Garı’nda sergilemesi, neredeyse Fransa-Türkiye arasındaki ticari, askeri ve politik ilişkilerin sonunu getiriyordu.
‘İstenmeyen’ medya organları ve sivil toplum örgütleri, Başbakanken ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra da Erdoğan’ın sözlü saldırılarından paylarına düşeni sırayla aldılar. Gezi eylemlerinden beri Türkiye ve uluslararası medya temsilcilerinde ‘dış komplonun’ izlerini süren Erdoğan, Türkiye’nin neden gazetecilerin en çok şiddet gördüğü ülke olduğu sorununu bir kenara bırakıp, 2014 Bilançosu’nda ‘İsrail’ adının geçmediğini savunduğu RSF’ye kamuoyu önünde saldırıyordu. 13 yıl arayla yaşanan bu iki durum, Türkiye’nin kat ettiği yolu da özetliyor.”
20 yıl önce ileri gelenlerin düşman gözüyle baktığı ve “bölücü” diye damgaladığı sivil toplumun, 15 yıldır Avrupa Birliği adaylık ve üyelik müzakereleri yürüten bugünkü iktidar için de bir o kadar istenmeyen, dışlanan ve itibarsızlaştırılan bir çevreyi oluşturduğunu belirten Önderoğlu, şöyle konuştu:
“AB politikalarını belirlerken, yasa çıkarırken ve örneğin Türk Ceza Kanunu’nu değiştirirken muhalefet partileri, gazeteci örgütleri ve diğer hak örgütlerine karşı çatışmacı bir ilişki kuran hükümet, güçlendikçe kendisine destek vermeyenlere karşı daha da hoşgörüsüz yaklaştı. Sorun kültürel olduğu için AKP, gazeteciliğin ve medyanın çağdaş bir dünyada sahip olması gereken hakları teminat altına almaya da yanaşmadı. Böyle olunca da kimse, 2014’te İnternet sansürü yaygınlaştırılırken (TİB Kanunu) ve istihbarat güçlendirilirken (MİT Kanunu) hangi temel hakların çiğnenebileceği tabi ki tartışma konusu edilmedi. Mizaha hoşgörüsüz yaklaşıldığı, en demokratik bir eylemin ‘komplo’ olarak görüldüğü, gazeteciliğin ceza davalarıyla bastırıldığı, ‘güvenlik’ gerekçesiyle yayın yasağı getirmenin alışkanlık halini aldığı bir dönemdeyiz.”ANKA