DİREKLER ARASI VE SÜLEYMANİYE
İstanbul’u Cansen Bekleriz rehberliğinde gezmek büyük bir ayrıcalık... Cansen Hoca, aynı zamanda sanat tarihçi olduğu için, bize gösterdiği eserleri çok yönlü anlatabiliyor. Bu seferde bizi, Vefa yani Süleymaniye semtinde gezdirdi. Biz, kimiz? Biz, İstanbul’da bulunan bazı Lions Kulüblerinin üyeleriyiz. Zaman, zaman kulüplerden birisi, Cansen Hoca ile anlaşıp, bir semt gezisi düzenliyor. Ben de uygunsam katılıyorum. Katılmak ne kelime, koşa koşa gidiyorum. Bugüne kadar Cansen Hoca’dan o kadar çok şey öğrendim ki... Öyle ya, insan üzerinde yaşadığı topraklar hakkında bilgi sahibi olmalı, hatta daha ötesi, bir başkasına analatacak kadar da bilmeli...
Gezimiz genelde İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesinin önünde başlıyor, bu seferde öyle oldu. Cansen Hoca bizi, uygun adımlarla semtin içlerine doğru yürüttü. Önce, metro inşaatı nedeni ile sac perde ile kapatılmış alana götürdü. Sac perdenin aralarından aşağısı gayet güzel görünüyordu. Yolun altında kalan kocaman bir saray kalıntısı gayet net görülüyordu. Daha önceki gezilerimde bu semtin, Bizans tarafından da aktif bir yaşam alanı olarak kullanıldığını öğrenmiştim. Cansen Hoca’nın söylediklerine göre, bir Bizans sarayı ile karşılaşınca illada imparatorun mekanı olan bir yeri düşünmek yanlış. Çeşitli saraylar, üst düzey Devlet memurlarının mekanı ve Devlet daireleri olarak da kullanılıyor. İşte karşı karşıya kaldığımız böyle bir alan... Üzerine bastığınız caddenin tam altına isabet eden yerde, muazzam bir saray yatması, bir zamanlar insanların o binaların içerisinde oradan oraya koşturması, tuhaf bir his yaratıyor kişide... Ben, çok etkilendim... İnşallah, sarayın tümünü ve varsa diğerlerini hiç zarar vermeden kurtarır, ziyarete açarlar...
Türk Tiyatrosunda kullanılan “direkler arası” diye bir deyim vardır. Meğer, o deyimin çıktığı yer, tam da burası imiş. Şehzade Camii’ne doğru yürürken sağda kemerli bir yapı görüyorsunuz. Burası, Bizanstan kalan iki yanı sütunlu caddelerin ayakta kalan sonuncusunun bir parçası... İki sütun, yani iki direk arasına çekilen perde ile geleneksel Karagöz, Meddah gibi eğlenceler yapılırmış. Vefa/Süleymaniye semtinde yapılan eğlenceler daha çok orta sınıfa hitap edermiş. Üst sınıf ise, 19. Yüzyılda artık Beyoğlu’na Batılı tarzda eğlenceye gidiyor.
Şehzade Camii, gerçekten de şehzadelerin adına yapılmış bir camii. Daha sonra yapılan Sultan Ahmet Camii, işte burası örnek alınarak ve tabii genişletilerek yapılmış, dev bir eser... Şahzade Camii, Kanuni Sultan Süleyma’nın oğlu, 22 yaşında ölen Şehzade Mehmet, Hatice Sultan, Rüstem Paşa ve Bosnalı İbrahim’in türbelerini de barındırıyor bağrında. Şehzade Mehmet’in türbesi, tam bir sanat eseri. Çinilerinde ve mimari de farklı teknikler kullanılmış. Damat İbrahim Paşa’nın türbesi ise, türbenin tavanında bir yerde Paşa’nın kanlı gömleğinin bulunması açısından bana ilginç geldi. Şehzade Camiisinin kabara* süslemeleri olan minaresi de çok ilginç ve bu tür süslemeye İstanbul’daki tek örnek...
Fotoğraflarda minarenin yanısıra ikinci bir kule görüyorsunuz. Bu, su kulesi. Zamanında Alibey Köy’den getirilen su, kule vasıtası ile Süleymaniye ve kırk çeşmeye dağıtılırmış. Nitekim, caminin bahçe duvarlarına yapılmış çeşmeler halen duruyor, ama su akmıyor tabii. Kule aslında su terazisi...
Cansen Hanım, bizi İstanbul Üniversitesi’nin bugün toplantı amacıyla kullandığı eski bir imarethaneye de götürdü. Önünden gelip geçiyordum ama, içeri girmeye çekiniyordum. Meğer, burası kocaman bir mutfaktan oluşan, eskiden yemek dağıtılan şahane bir yermiş. Eski mutfak o kadar güzel ki... Baca sistemi filan mükemmel. Eskiden yapılan binalar, çok katlı olmadıkları için, hem daha kullanışlı, hem daha ekolojik... Bugün için düşünüyorum da, o kadar kişiye yemek dağıtılan bir mutfak, çok katlı bir binanın bodrum katında, havasız ve ışıksız olacaktı...
Süleymaniye Camiinin çok yakınında kuru fasulyeciler var. Öğle yemeğini orada yedik. Kuru fasulye, milli yemeğimiz olmasına rağmen, aslen Amerika’dan geldiğini yazmalıyım! Yiyecekler böyle işte... Önemli olan anavatanları değil, nerede kabul gördükleri... Yediğimiz kuru fasulye pek nefisti. Pişiren adamdan bilgi aldım. Erzincan’dan gelen horoz fasulyesi ile yapmış. İstanbul, rutubetli olduğu için fasulyenin muhafazası mümkün olmuyormuş. O nedenle, Erzincan’ın kuru havasında depolanıyor, her hafta, lokantanın tüketeceği kadar çuvallar içerisinde İstanbul’a gönderiliyormuş. Gerçekten çok doğru... İstanbul’da hava çok nemli olduğu için birçok yiyeceğin depolanmasına uygun değil...
Gezinin arta kalan bölümünü bir sonraki yazıda yazacağım.
*Kabara: Fiji adalarından birisinin ismi. Bu adada kendilerine özgü geliştirdikleri tahta yontma sanatı çok ünlü. Minarenin üzerindeki kabartmalar da aynı teknikle yapılmış olsa gerek.