Bir seyahat notları
Gezmeyi kim sevmez ki? Ben de öyle. Seyahat etmek, değişik yöreleri, ülkeleri gezmek en sevdiğim işlerdendir. Aylarca önce bir gezi planlamıştım. Bir dostumuzda bizimle birlikte gelmeyi teklif etti. Çok mutlulukla onlarında katılmasını istedik. Onlarla geçtiğimiz sene Saray Bosna’ya da gitmiştik. Yıllarca okuduğum kitaplarda Mustafa Kemal’in 17 yaşında gittiği Manastır Askeri İdadisini görmeyi çok arzu ediyordum. Hatta Büyük İskenderin yaşadığı yer olan Skopja’ya gitmeyi hep düşlemiştim. Dört günlük bir seyahat planladık. Istanbul’dan sabahın bir erken saatinde havalanarak Skopja’ya geldik. Yer ayırttığımız otel bizi hava alanından aldırmıştı ve biz sabah saat 09.00 dan daha evvel oteldeydik. Oteledeki resepsiyonla daha evvel yaptığım konuşmada, bana bir araba ve birde yol gösterici temin edeceklerini söylemişlerdi.
Odalarımıza yerleşirken hem kiralık otomobil, hemde bizi gezdirecek bir rehber hazırdı. Planı otelde rehberle beraber yaptık, ilk önce Kosova’ya ve oranın baş şehri olan Priştine ye gidecektik. Bir sonraki gün de güneye seyahat planladık. Skopja, Osmanlı adı ile Üsküp , küçük bir kent görünümünde amma, daha çok büyücek bir kasabayı andırmakta idi. Son yetmiş sene ülkedeki rejimden dolayı, yollar geniş, yaya yolları yaygın bir şehir olarak gelişmiş. Eski Osmanlı yapıtlarını , çarşı mekanını korumaları, bence takdir edilecek bir davranış. Yıllar içinde geçirdikleri zelzelede bazı binalar yıkılmış, amma Osmanlı döneminden kalan hamam, cami ve türbeler ayakta kalmayı başarmışlar.
Vardar nehrinin kıyısında, Osmanlı döneminden kalan taş köprü, asırlara meydan okurcasına direnmeyi başarmış bir başka eser. Şehrin ana caddesinden düz gidildiğinde, Priştine yoluna girmiş olacağımızı söylediler. Bizde öyle yaptık. 70 kilometrelik yolu yarıladığımız zaman bir gümrük kapısına geldik. Pasportlarımızla geçiş yaparak , serhat diyarı olan Kosovaya girmiş olduk. Priştineye yaklaşırken hiç susmayan rehberimiz Kos ova’nın adının nereden geldiğini açıklamaya başladı.
1389 senesinin ağustos ayı, Sultan Murat Hüdavendigar, Osmanlı ordusu ile Priştina ya geldiğinde, Sırpların direnişi ile karşılaşmış. Çandarlızade Ali Paşa’nın yönettiği ordu, Sırplarla giriştiği meydan savaşını kazanmış. Akşam geç saatlerde Sırplar savaş alanını ve ölen askerleri bırakarak kaçmışlar. Vakit geç olduğundan ölenlerin gömülme işini ertesi sabaha bırakılmış. Savaş alanını gezerken bir sırp tarafından Sultan Murat Han öldürülmüş. Sabah ovayı kaplayan ölülerin üzerlerinde binlerce siyah kuş , diğer adı ile KOS ların kapladığını görmüşler. Bu nedenle bu Ova nın adı KOSOVA olarak kalmış . Yani Siyah kuş ovası.
Priştina şehrinin merkezinde bir yere arabamızı park ederek, şehrin ana yapıtlarını gezmeye başladık. Çandarlızade Ali paşanın 1389 yılında yaptırdığı ve ALİ PAŞA Camii olarak bilinen cami ve külliyesi şehrin merkezinde bulunmakta. Bu gün bile dimdik ayakta olan bu eser, geçen asırları anlatan duruşu keyif verici. Birbirine yakın bir kaç cami ve kilise, şehrin tarihini göstermekte. Osmanlı döneminden kalma yöresel yönetim binası da bu gün koruma altında olduğunu gördük. Romalı’lardan kalan bazı antik tarihi eserler, şehrin en merkezi yerlerini süslemekte.
Yeni yapılan 90 cam kubbesi bulunan kapalı çarşısı, mimari yapı olarak görülmesi gereken bir bina. Akşam vakti yaklaştığından yemek için rehberimiz bizi şehirden uzak, vadi içindeki bir lokantaya götürdü. Türkçenin geçerli olduğu Kosova’da , vadinin içindeki bu lokantada çok güzel bir akşam yemeği yedik. Bu ülkede, Avrupa Ülkeleri gibi euro para birimi geçerli olduğunu gördük. O akşam otele geç vakit geri döndük.
Bir sonraki gün için mihmandarı istemedik. Sabahın bir erken saatinde Üsküp’ten OHRİD’e yolculuğumuz başladı. Yolun kısa bir bölümü çift yol ve ücretli olarak düzenlenmiş, daha sonra bir dağ yoluna girdik. Bu yol 2.5 saat sürdü. Ohri, diğer adı ile Ohrid çok sevdiğim bir kaç arkadaşımın köklerinin bulunduğu kentti. Bir berberim var Ankara da Ohri’li, çok sevdiğim bir dostum Cahit Ağabey ‘de Ohri’li idi, hatta aile dostumuz Drita Komsuoğlu’nunda kökleri Ohri li olduğunu biliyordum. Şehrin meydanına arabayı park edip, Osmanlı döneminden kalan açık bedesten ve şehir çarşısını gezerken çok duygulandık. Meydanda bulunan RAMSTORE, bütün yöresel ve Türk mallarını sergilemesi görülmeye değerdi. Bu seyahatin ana gayesi olan MANASTIR’a doğru yola çıktığımızda, Ohri’den çok güzel anılarımızıda beraber götürmekteydik.
Yine yüksek bir dağ aşarak Manastır’a yaklaştık. Burasıda Priştina ve Üsküp gibi bir dağın eteklerinde kurulmuş, bir tarafını dağa dayamış bir şehir görümündeydi. Kısa bir arayışla Askeri İdadi nin bulunduğu binayı bulmamız zor olmadı. Yatılı okulların içindeki atmosferdenmidir neden bilmem, böyle okulların içindeki hava bir başka kokar. Talas’ta yatılı okuduğumuz dönemlerde okulda kokladığımız havayı bir başka okulda duymamıştım. Üniversitede bile böyle bir ruh halim olmamıştı.
Askeri İdadi nin yanındaki parka arabayı bırakarak Okulun bahçesinden içeri girdik. Binanın içine girdiğimde burnuma gelen koku, Talas’ta okurken, okulda kokladığımız koku ile aynı idi. Benim için çok büyük bir değeri vardı, 3 sene boyunca Mustafa Kemal in kokladığı havayı teneffüs etmekteydim. Koridorları dolaştım, yüzlerce resimler çektim, bir koltuğa oturup uzun uzun düşündüm. 17 yaşında bu okula gelişinin resminden hareketle, çok değerli Prof. Yılmaz Büyükerşen’in yapıp hediye ettiği Atatürk’ün mumdan heykeli, görülmeye değer bir eserdi. Mum Heykel bir cam fanusun içinde müzede yerini almıştı. Hayranlıkla izlediğimiz video olarak hazırlanan Atatürk’ün hayatını, Rutkay Aziz’in sesinden dinlemekte bir ayrıcalıktı. Hele bu hayatı okulun içindeki o atmosferde dinlemek insanın tüylerini diken diken etmeye yetmekteydi. Saatler geçmiş, müzenin kapanma zamanı gelmişti. Ben ise buradan ayrılmak istemiyordum. Sonunda yetkililere istemiyerek veda edip, binadan çıktık. Üsküp’e geri döndüğümüzde gece çoktan olmuştu.
Ertesi gün Üsküp yakınlarında bulunan MATRA isimli bir baraj gölüne gittik. Vardar ırmağının bir kolu üzerinde kurulan bir hidro elektrik santralı, Vardar nehrinin deli akmasına engel teşkil etmiş olduğunu gördük. Baraj gölü oluşmadan, Vardar ovası senede bir kaç kez sele maruz kalır, ovayı selin getirdiği mil toprağı verimli kılar, bu nedenle o tarihte tarımsal ürünlerin olumlu etkilendiğini söylediler. Şimdi ise Üsküp’te artık sel hiç olmuyormuş.
Milli marşımızı yazan Mehmet Akif Ersoy’un, ve hatta Yahya Kemal Beyatlı’nında Makedonyalı olduğunu, onların adlarına kurulan okulları gördüğümde anımsadım. Burada bir çok Türk okullarının olması övünülmesi gereken bir başka değer olduğunu düşünmekteyim.
Şehre geri döndüğümüzde Zafer takı şeklinde şehrin merkezinde bulunan bir yerden saat başı kalkan, Londra’daki iki katlı kırmızı otobüsler gibi araçlar şehir turu yaptırmakta olduğunu öğrendik. Çok cüz-i bir ücret karşılığında ve bir rehber eşliğinde şehir turu alarak, şehrin belli başlı yerlerini gezdik. Geri döndükten sonra , Osmanlı çarşısında, Osmanlılardan kalma eserleri inceleyip , yöresel bazı eşya almaya gayret ettik.
Bir sonraki gün hatıralarımızı görüntülere yansıtmış olmanın mutluluğu içinde geri yolculuğumuza başladık.
Makedonya adının bütün dünyaya yayılmasına neden olan büyük İskender’in hayatını hayranlıkla okumuştum. Büyük İskenderin Makedonya’dan ayrıldığında 30 bin kişilik bir ordusu varmış. Uzak doğuya vardığında yüzbini aşan bir ordu haline gelmiş olmasını yorumlayamamıştım. 336 yılında, parayı ilk bastıran kral olarak tarihe geçen Kral Filip in ölmesi ile Makedonya’ya Kral olarak seçilen oğlu, Büyük Iskender 323 yılına kadar bu imparatorluğu Hindistan a kadar genişletip, oralardan idare etmesini, bir çok kez değişik kitaplardan okumuştum. Makedonyadan çıktıktan sonra hiç geri dönmemiş olan Büyük İskenderin, Kıral olarak yaşadığı ve 13 yıla sığdırdığı muhteşem bir serüvende, Makedonya gibi çok güzel bir ülkeyi bırakıp doğunun mistik derinliklerine gitmesini, bu gün bile hala anlıyamadığım bir konudur. Bu seyahati herkeze tavsiye ederim.