Görsel ve tadsal zevkler birarada...

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Nusayriler’in her üç dine de inandıklarını ve bunu dini yaşamlarına yansıttıklarını daha önce yazmıştım. Hızır peygamber, Arapça’da Hıdır olarak telaffuz ediliyor, İlyas’la aynı kişi. Çok bilgili, becerikli ve geleceği gören birisi... Hz. Musa bunu duyuyor ve Hızır’la buluşmak istiyor. Efsaneye göre buluşma yeri Samandağı/Seman kalesi kıyıları... Bugün Samandağı’nda çok sayıda ziyaret/yatır olması da bu yüzden... Zaten Hz. Musa’nın asası olduğuna inanılan Çınar ağacı da devasa bedeni ile Hıdırbey köyünün merkez yerini süslüyor. Bu arada Halikarnas Balıkçısının da yazdıklarını dile getirelim: “Afrodit, Antakya’nın kıyılarındaki ılık sularıdan karaya çıktı” diyor. Yani, O da Hz. Musa, Hızır buluşmasını bu şekilde yorumluyor...


Hz. Musa’nın yanında Yuşa Peygamber varmış, Hızır’la buluşmaya gelirken. Sahilde, kayanın üzerinde bir adam görmüşler, konuşmuş ve devam etmişler. Yanlarında azık olarak bir bohçanın içerisinde balık getirmişlermiş. Karınları acıkınca bohçayı açmışlar balık canlanmış denize atlamış. O zaman, kayanın üzerinde gördükleri kişinin Hızır olduğuna karar verip, geri dönmüşler. Hızır, Hz. Musa’ya soru sormaması kaydı ile yardım edeceğini vaad etmiş. Ama, gelişen olaylar karşısında Hz. Musa dayanamayıp soru sormuş ve Hızır’a verdiği sözü tutamamış. Böylece ayrılmışlar...
Yörede bol miktarda Hz. Musa Hz. Hızır ve Yuşa hikayesi var... eminim duymaktan da hoşlanırsınız. Siz, en iyisi o hoş efsaneleri duymak için kalkın Samandağı’na gidin. İsmail Zubari Bey’i de rehber olarak alın bölgeden ayrılmak istemeyeceksiniz...


Aslında tepeden bakınca Samandağ, Batıayaz, Vakıf, Hıdırbey, Musa Dağı, Simon manastırının ne kadar girift bir ilişki içerisinde olduğunu görebiliyorsunuz. Batıayaz köyünün asıl ismi Beyt İlyas. Arapça İlyas’ın evi demek. Zaman içerisinde “Bityas” denilir olmuş, bugün de Batıayaz deniliyor. Bu bölgede Musa ve Hızır/Hıdır/İlyas peygamberin derin izleri var yani..


Batıayaz/Bityas köyü şahane bir yer. Kalın gövdeli ve yüksek ağaçlardan neredeyse gökyüzünü göremiyorsunuz. Yaklaşık 2-3 kat seviyesi kadar çıkınca 1936 senesinde bölgeden ayrılan Ermenilerin bıraktıkları kubbesi kapatılmamış Meryem Ana kilisesine ulaşıyorsunuz. Medeni, aklıbaşında bir kaymakam kilisenin duvarlarını ve içini temizletmiş. Yemyeşil bahçesine oturmak için banklar koymuş. Banklardan birisi kalın gövdeli, yaşlı ama sağlıklı bir çınar ağacının önünde. Oturup orada yorgunluk atabilir, hayallare dalabilirsiniz.


İbo’nun yerinde saç kavurma, közlenmiş patlıcan salatası ve fırından sıcak sıcak çıkmış ekmek yemek farz Batıayaz’a gidince... Kocaman kayaların dibinde oturup, şırıl şırıl akan suları dinliyorsunuz. Benim eşim bilim adamı olduğundan herhalde, daha masaya otururken, “ya heyelan olursa, kopan kaya parçası başımıza düşerse?” dedi. İsmail Zubari Bey’in cevabı hazırdı: 40 küsur sene önce Cumhuriyet gazetesinin muhabiri tam da bizim oturduğumuz here oturmuş ve gerçekten kopan bir kaya parçası şans eseri masanın ortasına düşmüştü, muhabir yaralanmadan kurtulmuştu! O tarihten bu yana da hiç kaya parçası kopmamıştı. Bütün bu konuşmalar, yüz ifadelerinde endişeden çok gülümseme ile yapıldığından biz aynı yerde oturmaya devam ettik!


Rehberimiz İsmail Bey sık sık: “aman fazla yemeyin, sizi künefe yemeye götüreceğim” dedi. İbo’nun yerinden yürüyerek bir başka bahçeye geçtik. Devasa ağaçların altında muhteşem tadda bir künefe yedik. Künefeyi Fatma-Mehmet Parlak çifti yapıyorlar. Künefenin hammaddesini Mehmet Bey, elleriyle hazırlayıp döküyor. Peynirini ve tereyağını ise Fatma Hanım hazırlıyor. Bütün malzeme kendileri tarafından imal ediliyor yani. Doğal olarak sonucu da mükemmel... Hatay’da benim yediğim künefeler içerisinde en iyilerinden birisiydi Fatma-Mehmet Parlak’ın yaptığı künefe.


Hz. Musa, gerçekten Hıdırbey köyüne gelip, asasını toprağa bırakıp, çınar ağacı yetişmesine neden oldu mu bilinmez ama, bugün o yöreler pek şen... Devasa çınar ağacı, asırlardır orada durmasına rağmen hiç de yorgun görünmüyor! Çınarın çevresini düzenlemişler, kürsülerde oturup, demli, tavşan kanı çayınızı içebiliyorsunuz. Çınarın yanında akan derede ördek ve kazın bulunması oraya bir hava katıyor. Çınarın, derenin çevresinde Ermenilerden kaldığı belli olan bölge mimarisini yansıtan güzel evler de var.


Vakıf köyü, ülkemizdeki tek Ermeni köyü. Muhtarı Berç Bey ile de dostluğum var. Köyün demirbaşlarından birisi ise Panos Bey. Onunla da 20 seneyi aşkın bir dostluğumuz var. Biz gittiğimizde köyün kahvesindeydi. Konuştuk, hasret giderdik. Kahvenin mükemmel ve çok temiz tuvaletlerini de görmek şansım oldu. Bravo Berç Bey diyorum. Öyle ya, köyün muhtarı olduğuna göre, temizlikten de o sorumlu... Vakıf’ta kilisenin bahçesindeki bir dükkanda köylü kadınların ürettikleri çeşitli ürünleri satıyorlar. Merakınızı çeken, değişik ürünler ucuz değil, ama mükemmel! Defne sabunu, kurutulmuş defne yaprağı, elde yapılmış defne yağı, portakal çiçeği reçeli, mandalin ve portakal çiçeği şurubu aldım. Emel Hengirmen defne sabununa, oğlum şuruplara, ben ise portakal çiçeği reçeline hayran olduk... Kurutulmuş defne yaprağını ben hep Vakıf köyünden alırım. Bütün kış boyunca özellikle et veya balık pişirirken kullanırım.


Gün batmasına yakın, İsmail Bey bizi Titus tüneline götürdü. Tünel, bugün ismi Çevlik olan Selefkia Piera kentinde bulunuyor. Milattan önce 300 yılında kurulan kent, deniz ticaretinde liman kenti olarak önem kazanmış. Roma İmparatorluğu döneminde Milattan sonra 4. Yüzyıl ortalarında, yağmur sularının limanı doldurmaması amacıyla 930 metre uzunluğunda bir tünel inşa edilmiş. Gerek zamanında, gerekse bugün halen görev görüyor ve içi, etrafı pek güzel. Tüneli gezerken, bazen içinden bazen dışından yürüyüp, Romalılar tarafından inşa edilen, halen ayakta duran güzel küçük bir köprü de görüyorsunuz. Yürüyüşün sonunda Selefkia Piera’lıların krallarını gömdükleri beşikli mağara denilen bir nekrepol olan mağaralara geliyorsunuz. Mağara duvarlarında çeşitli meyve resimleri ve semboller resmedilmiş.


Bu kadar gezince yeniden acıktık! Ve Dr. Nevide Kimyon bizi Samandağ’da deniz kıyısında bulunan Meydan lokantasına götürdü. Burada çömlek tepside yapılmış tepsi kebabı yedik. Tek kelime ile nefisti. Patlıcan közlemesi ve diğer yemekler de pek nefisti...
Karnım tok, yorgunum ve uyku vakti gelmiş... Arabayı ben kullanmadığım için uyuklaya uyuklaya eve geldik. Ertesi sabah uyandığımızda, eşimin ve benim yüzümde kocaman birer tebessüm vardı... Nedim Kimyon, İsmail Zubari ve Dr. Nevide Kimyon bize neler öğretmişlerdi...? Ne güzel yiyecekler tadıp; şahane ağaçlar, dereler, pınarlar, yerler görüp; ne güzel bir gün geçirmiştik...

Görsel ve tadsal zevkler birarada...