Zeytinyağı ve insanlar…
İlkokul sıralarında iken ülkemizin tarımsal ürünleri konusunda öğretmenlerimizce bilgilendirilir, önemleri belleklerimize yerleştirilirdi. Bu kutsal topraklarda neler yetiştirdiğimizi öğrendikçe övünç duyardık. Başka ülkelerde yetişmeyen meyveler/sebzeleri üretiyor olmayı bir övünç olarak görüyorduk hepimiz.
Fındık üretiminde dünya düzeyinde birinciydik. Zeytin, incir, zeytin, zeytinyağı, tiftik, ayçiçeği, pamuk, buğday, fıstık, tütün… Her birinin ayrı özelliği olan ürünleriydi ülkemizin. Bu ürünleri işleyip tüketiciye suna konusunda da boş durmuyor, fabrikalar, atölyeler kuruyorduk bir zamanlar. Çünkü “Yerli malı, Türk’ün malı,/Her Türk onu kullanmalı” sloganı hepimizin belleklerine yerleşmişti.
“Yerli malı” kullanmak bir övünçtü hepimize… Kâğıt fabrikalarını, bez, çimento, demir-çelik, şeker ve daha nice fabrikaları bu övünç ve heyecanla yaptık yıllar içinde…
“Fındık bizim baş tacı ürünümüz” olmaya -öyle ya da böyle- devam ediyor. Bu ürüne ilişkin sanayii dünyaya örnek olacak şekilde kuramadık, harekete geçiremedik bugüne değin. FİSKOBİRLİK’i siyasetin odağına çekince “atıl duruma” attık, kaderine terk etmeyi hüner sandık…
Zeytin de öyle… Bu toprakların bereketini kendi başına bırakıp “hep versin” beklentisi peşinde koştuk. Yeni-yeni zeytinlikler yetiştirip daha çok üretim yapacak hünerimizi başka alanlarda kullandık. Üstelik tarihi zeytinlikleri konut sevdalanmalarına feda ettik/ediyoruz. Bir ayıp da zeytinyağı ile makine yağı kardeşliği icat edip bu piyasada çuvalladık. Zeytinyağımızı aşağıladık ama yine ona sığınarak “zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkıp” suçluları başka yönlerde aradık. Neyse bunlar tarihte kaldı. Unutuldu, mazi oldu.
***
“Zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkar” olmak toplumsal bir hastalığımız olarak devam ediyor. Kuşkusuz bunda; belleklerimizin “nisyan ile malûl” unutma hastalıklı oluşunun büyük payı var. Belki bu; toplumsal olayları önemsememe gibi bir tutumumuzdan kaynaklanıyor, ya da bir başka bedensel ve ruhsal hastalığımızdan… Nereden kaynaklanıyor olursa olsun sonuçta bu zaafımızdan yararlananlar da var bu toplumda/toplumlarda…
Geçen gün tv haberlerini izlerken siyasette pozisyon kaybedenlerden birinin “akıl hocalığı”na soyunarak, “zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkıp…” ahkâm kestiğini ibretle izledim. Tv kanalı da, sanki bu kişinin geçmişini hiç bilmiyormuş, ya da yeni keşfetmiş/bulmuş gibi konuştukça konuşturdu.
“Demiştim, söylemiştim, dinletemedim…” cenaze sonrası duası söylemleri…
Ülkemizin ünlü işadamlarından Rahmetli Ali Osman Ulusoy’un kulaklarıma küpe olan bir sözü var; “Her şey zamanında…” diye… Siyasette eskiyenler bu ilkeliliği kabullenmediklerinden hep posta/mindere oturduklarında başlarlar, “-Ben demiştim… Söylemiştim” diye “sütten ak kaşık olma”ya… Ama iş işten geçmiştir. Köprülerden çok insanlar mürûr etmiş/geçmiştir. “Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.”
Başlangıçta da belirttiğim gibi “zeytinyağı gibi olmak ve suyun yüzüne çıkmak” eylemine neden gerek/ihtiyaç duyarız diye hiç düşündünüz mü? Olaylar karşısında “kararsız, görüş belirtmekten korkmak” gibi bir ruh hali böylelerinin durumu? “Her şey zamanında…” ilkeliliğini sen tüm zamanlarında portmantoya asacaksın, sonra eski giysi gibi seni “Bat Pazarı”nda satacaklar, o zaman dilin çözülüp “Ben demiştim.” Akıl hocalığına soyunacaksın. Boşuna çaba… “Her şey zamanında…” Zeytinyağı olmak yetmiyor artık.
“ Geçti Bor’un pazarı…”