Antepliler seni beleyip(*) sevmeli
Araya bayram tatili girdiği için iki eski Büyükşehir Belediye Başkanımızın Gaziantep Milletvekili adayı olmalarıyla ilgili yorum yapamadım.
Bugün konuyla ilgili düşüncelerimi yazmak istiyorum.
HDP Milletvekili Celal Doğan’ın Gaziantep yerine İstanbul’dan aday olması çok isabetli oldu.
7 Haziran seçimlerinde aday olduğu duyulduğunda şaşkınlıkla karşılanmıştı. HDP’ye oy kaybettireceğini, itibarının olmadığını iddia edenler olduğu kadar faydalı olacağını iddia edenler de vardı.
Ancak, HDP Gaziantep’te başarılı bir performans ortaya koydu ve 2 milletvekili çıkardı.
Doğan’ın Gaziantep’i iyi tanıması, maddi katkıda bulunması, yoğun çalışma göstermesi, kazanılan başarıda pay sahibi olmasını sağladı.
O halde, Doğan neden İstanbul’u istedi?
Celal Doğan’ın partiye mazeret olarak sunduğu gerekçe şu:
“Eşim İstanbul’da tedavi görüyor. Ben yaşım itibariyle Ankara-İstanbul-Gaziantep ekseninde çalışmam zor. Ayrıca İstanbul’da yoğun bir Gaziantep nüfusu var. Partime İstanbul’da daha faydalı olabilirim.”
Söyledikleri doğru olmakla birlikte asıl nedenin bu olmadığını biliyorum.
Şehit Astsubay Yalçın Nane olayı ve akabinde gelişen olaylardan üzüldüğünü ve rencide olduğunu tahmin ediyorum. Bunun 1 Kasım seçimlerinde aleyhine de kullanabileceğini tahmin etmiş olsa gerek.
Bu konuyu daha fazla deşmenin bir anlamı yok. Başta söylediğim gibi isabetli olmuş.
Gelelim asıl kahramanımıza, yani Dr. Asım Güzelbey’e…
Güzelbey’in adaylık için müracaat etmesi kendi partilileri de dahil, siyasetle ilgilenen hemen herkes için sürpriz olmuştu. İlk akla gelen, “Yine ne şeytanlık düşünüyor acaba?” sorusuydu!
Herkesin aklından geçeni hissetmiş olmalı ki hemen ses verdi:
“Davet ettiler, icap ettim.”
Pişkinlik yaptığı bal gibi anlaşılıyordu. Ama yine de zihinleri kurcalamadı değil…
Aday adayı olduğu zaman yazmıştım, kazanacak yerde aday yapılırsa, partisi nezdinde itibarlı bir politikacı olduğu kabul edilmelidir. Aksi halde, beğenilmeyen ve değer verilmeyen bir politikacı eskisi olarak tarihteki yerini alacaktır.
Sonuç malum, yani hüsran…
Yüzüne bile bakan olmadı. Belli ki, davet mavet yoktu!
Ama garibime giden, bir insan bile bile kendini bu kadar rezil eder mi?
10 sene büyük bir kentin Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan bir politikacı kendini bu kadar ucuza harcatır mı?
Hüsran belli olduktan sonra verdiği demeci okuyunca gülmekten kendimi alamadım.
Davet ettiği (!) halde kendisini aday listesine almayan partisine sarkastik yaklaşımda bulunuyor, güya saygılarını sunuyor, herhalde bir bildikleri var ki böyle davrandılar diyor!.. Gülünç olduğu kadar hazin bir belagat örneği!..
Yahu, adamı davet ederler de içeri almazlarsa, kapıyı gösterirlerse, bunun neresi kabul edebilir bir davranıştır!
“İçeri alınmamayı anlayışla karşılıyorum, saygı duyuyorum, küs değilim, kızgın değilim, sevgiyle bağlıyım” laga lugasına mert ve kişilikli çıkış yapıp, “Siyasi terbiyem gereği, davet edilmediğim yere aday olmayı düşünmem. Ancak beni falanca davet etti, icap ettim ama içeri koymadılar. Ben değil, bana bu muameleyi layık görenler utansın!..” desene.
Demecinde, saydım tam 7 kez “küs ve kırgım” değilim, diyor. Bunun psikolojik karşılığı tam tersi! Ancak, partisinin umurunda bile olduğunu zannetmiyorum.
Demecinin reklamlar kısmında ne kadar müthiş bir doktor olduğunu, 2 yabancı dil bildiğini söylüyor. Buna yorum yapmayı bile değmez! Hayatında ne zaman doğru konuştu ki!..
Aslında bu yabancı dil konusunu ve doktorluk becerisini, kahramanımızın kişiliğini, en yakınında bulunan amcası oğlu M.Remzi Güzelbey’e sormak lazım. Almanya’da kendisine staj yapması için muayenehanesi açan hekime…
Keşke mümkün olsa da, onun anlattıklarını buraya yazabilsem. Ama sorana anlatıyor…
Finali şöyle bağlıyor.
Gaziantep’te fazladan bir milletvekili potansiyeli varmış. Derdi buymuş! Aday olsaymış partisine fazladan bir milletvekilliği kazandırırmış. Bunu da vicdanen rahatlamak için yapacakmış.
A iki gözüm… Bunun kolayı vardı. Bağımsız aday olurdun, milletvekili seçilirdin, TBMM’de yemin ettikten sonra da AK Parti’ye katılırdın! İşte asıl o zaman beyliğinle partine payanda olurdun. Neden düşünemedin bunu?..
Güzelbey, listeye giremeyince, Bakan Başkan kendisini arayıp ne kadar üzüldüğünü söylemiş, ama sevinenler de olmuş. Rakip partililer, “Çok sevindik senin aday olmadığına, şimdi biz bir vekil fazla çıkaracağız” demişler!..
Asım Bey, sen gerçekten çok şeker bir politikacısın, Antepliler seni beleyip öyle sevmeliler…
(*) bebeği kundağa sarmak
Almanlar’ın felsefesi değişti mi?
Bu gerçekten çok ciddi bir soru.
Ben Almanlar’ın itibar, güvence, kalite ile ilgili felsefesini Bosch'un kurucusu ve yaşadığı dönemde endüstriyel gelişimin öncüsü olan Robert Bosch’u (1861-1942) okurken öğrenmiştim.
Robert Bosch, Bosch markasını günümüze başarıyla taşıyan ve bugün hala güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeden geçerli olan felsefesini, o günlerde şöyle özetliyordu:
"İnsanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim. Verdiğim sözlere ve ürünlerime duyulan güven benim için her zaman kısa vadeli kazançlardan daha önemli olmuştur."
Şapka çıkarılacak, alkışlanacak bir felsefe…
Almanları böyle tanıdık. ‘Made in Germany’ benim gibi milyonlar için kalite ve güven demekti. Bu 3 kelimeyi gören herkes gönül rahatlığı ile o malı alır kullanır ve memnun kalırdı.
Almanlar’ın gurur duydukları markaların başında gelen Volkswagen’ın başına gelenler herkes gibi beni de şoke etti.
Ürettikleri otomobillere ‘Das Auto’ diyorlardı. Yani, VW’yi gösterip, işte buna ‘Das Auto/Otomobil’ derler diye çok iddialı reklam yapıyorlardı. Türkiye’de de en çok satan yabancı markaydı.
Almanlar meğerse Volkswagen’ın dizel araçlarındaki emisyon rakamlarını manipüle etmişler. Yani, daha fazla para kazanmak için insanları aldatmışlar, dolandırmışlar, yalan söylemişler.
Hani sizin felsefeniz, "İnsanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim” di!
Ne oldu? Felsefenizi mi değiştirdiniz?
Para daha tatlı geldi değil mi?
Tahsilini Almanya’da yapan Erbakan, sağ olsaydı herhalde bu olay karşısında şöyle derdi:
“Sizi gidi sizii…”