Yurttaş ne yapsın ki?..
İş bitmiştir, konu kapanmıştır, ama yine de konuşmak isteyen kimileri vardır mutlaka… Bu, “çok bilmişlik”in zirve yaptığı durumlarda yaşanır. Konu kapanmışken, “sil baştan” yapıp; üzerine tekrar söz bindirmeyi becerenler “laf ebeliği” rolüne soyunduklarını iyi bilirler.
Etrafını saranlar da böylesi durumlarda “evet efendim”ciliğe soyunanlara her şey/her durum; mubah/yasal/uygun gelir/görünür. Aslında, böyleleri bulundukları konum itibariyle bu durumlar için var olduklarını bilirler ve o nedenle de ötmeyi, göze girmeyi severler. Çünkü onların her söylemine etiketleri/unvanları önem/inandırıcılık kazandırdığını kendileri kadar, en başta görev verenler de bilirler.
Günümüzde özellikle siyasal alanda “danışmanlık” görevi üstlenip sorumluluklar omuzlayan kimilerin “kendilerini taşıyabilmek” gibi herkesten daha çok dengeli; pozitif düşünme konumunda ve sorumluluğunda olduklarını bir bilseler… Sanırım o zaman demokratik sorunların çoğu kolayca aşılacak, çözüme kavuşacak.
Danışmanın sorumluluğu
“Danışmanlık”lar her alanda/her konuda gerekebiliyor. Çünkü çok önemli görevlere gelen kişi; kim olursa olsun değişen dünya koşullarında kendisine yardımcı olacak -kişi değil- kadroları yanında/beraberinde bulundurma durumundadır günümüzde… Bu kadroların seçiminde hiçbir siyasal kuşkuya/korkuya/endişeye kapılmadan objektif davranma zorunluluğu da ayrı bir önemidir konunun…
DP döneminin (1950-1960) siyasal söylemlerinden biri de
“Nabza göre şerbet verme”nin siyasal etik açısından ayıp olduğuydu. Muhalefet partileri, örneğin “ispat hakkı”, “hakim teminatı/yargı bağımsızlığı” vb. genel kabul gören konulardaki önergeleri için iktidar partisi milletvekillerinden “olumlu oy” beklerken bunun tersi olan bir sonuçla karşılaşınca gündeme “nabza göre şerbet verme” durumu gelip otururdu. DP milletvekilleri “parti kararı”nı çiğnemediklerinden muhalefete göre böyle bir manzara “nabza göre şerbet” oluşurdu muhalefete göre… Parti içi bütünlüğün; muhalefetin haklı olduğu konularda rafa kaldırıldığı hiç mi olmadı? Olmaz olur mu? DP içinde “Yaylacılar Grubu” böyle oluşmuştu. Sonrasında parti içi muhalifler “Hürriyet Partisi”ni kurmak durumunda kaldılar.
Bu bilgileri niçin sunuyorum. “Yol arkadaşlığı” güvenilir kişilerle yapılır, değil mi? O zaman böyle bir durumda beraberinizdeki kişilere sizin; onların da size emin/güvenilir duygular taşımanız gerekir. Şimdi baştaki konuya dönersek bir parti liderinin, bir genel müdürün, bir genel yayın müdürünün vb. beraber çalışacağı yakın arkadaşlarını çok iyi tanıması gerektiği gerçeği ortaya çıkıyor.
“Evet efendimcilik…”
Türk demokrasisi işte bu noktada en çok sarsıntıyı yaşaya geldi ve bu durum maalesef devam ediyor. Parti lideri, genel müdür vb.leri etrafında kendisine “bilgi bankası” rolü yapacak kişileri -nedendir bilinmez- “Evet efendimci” kimliklerden seçince demokrasimizin karın ağrıları eksilmiyor hiç…
Adam, hukukçu, anayasa profesörü, ekonomi profesörü, tıp uzmanı vb… Alanında kariyer yapmış, ünlenmiş, saygın kimlik olmuş… O nedenle de bilgisinden yararlanılması gerekir tabii ki… Danışman olunca bir bakıyorsun, saatin ayarı bozulmuş, genel başkanın, genel müdürün vb. borazanı olmuş. Nedeni var, hem de pek çok… Bir kere böylesi bir makama gelen kimilerinin “kapı kulluğu” yapacağını bilir olması onun kişilik değişimini zorunlu kılar ve bu değişimi yapmakta beis/ayıp görmez. Başka bir ifadeyle papağan rolünü oynar. Bir bakarsınız ipe-sapa gelmez şekilde önceki kimliğine yakışmayan bir tutumla hiçbir makamı olmayan borazan öttürüyor.
Dinleyenler de siyasal kimliğinden öte; birincil olarak akademik kariyeri belirtildiği için üstlendiği “inandırıcılık rolü”nü tartışmayı hiç aklına getirmez böylesi durumlarda: “- Ya, adam profesör… Görmüyor musun?..”
Yanlış siyasal söylemlere akademik unvanını etiketleyip “inandırıcılık patenti” yapan kimileri var demokrasimizin maalesef.
Bir yanda, kimi “kapı kulu” heveslileri, diğer yanda dini siyasete alet etme heveslileri, tarikatlar, cemaatler, tutarsız vaatler, yalan-dolan…
Yurttaş ne yapsın ki?