Sevgili babam
Bu yıl sevgili babamın 21. ölüm yıldönümü. İstedim ki bunu kuru kuruya bir anma ile geçiştirmeyip, onun yakından tanıyanların gözünde nasıl biri olduğunu dillendirerek, geçen zaman içerisinde artan kıymetini daha iyi anlayalım ve okurlarımıza anlatalım.
İşte bunun için kızkardeşimden, babamla çalışma fırsatı da yakalayan gazetemizin genel yayın yönetmeni Nurgün Hanım’dan ve bir süre Sabah’ın mesul müdürlüğünü yapan kuzenim Mübeccel Hanım’dan babam için yazmalarını istedim.
Hepimiz, kendi penceremizden Osman Tuzcu’yu anlattık sizleri…
Hani gazeteci olunur mu, gazeteci doğulur mu tartışması vardır ya, galiba babam gazeteci doğanlardan biriydi.
Kişiliği, karakteri hep sorgulamak ve haksızlıklara karşı çıkmak, yılmadan mücadele etmekti.
Olayları yalnızca yazmaz, gelişmeleri sonuna kadar takip eder, peşini asla bırakmazdı.
İhtilallerde de demokrasiye geçiş süreçlerinde de itidalli yayın politikası ile toplumu bilgilendirme görevini en iyi şekilde yapmaya çalışmış sorumlu bir gazeteciydi.
O, yaşadığı dönemde bile yerel basının önemini ve gücünü en iyi şekilde idrak etme öngörü ve yeteneğine sahipti. Bu yüzden ki Yassıada duruşmalarını düzenli olarak izleyip, okurlarına birinci elden duyurmuştu.
Babamın gazetecilik yaptığı yıllar da sorunlu yıllardı. Çok partili hayata geçiş süreci, 1960 ihtilali, 1971 muhtırası, 12 Eylül darbesi!
O tüm bu süreçleri, en objektif şekilde okurlarına yansıtmak için çabaladı. Hem de tek başına…
Bir gün tecrübelerini bizimle paylaşırken, “Ben yıllarca tek başıma mücadele edip, mesleğimi en iyi şekilde yerine getirmek için uğraştım. Bunu yaparken, her akşam kafamı yastığa koyduğumda korku ve endişesiz yaşadım, çünkü arkamda her zaman adliye vardı” demişti.
O zaman bu sözlerin anlamını pek kavrayamamıştık. Ama aradan yıllar geçtikçe, sağlam, dürüst, namuslu insanların sırtını adalete yaslamasının, yaslayabilmesinin ne anlam taşıdığını daha iyi anladık.
Hukuk ve adalet sisteminin demokrasinin temel direği olduğu düşünülünce, bazen sevgili babam iyi ki bugünleri görmemiş diyorum.
Onu özlüyorum, çok özlüyorum.
Bu resim 20 Haziran 1995 tarihinde, babamın aramızdan ayrılmasından 4 ay 2 gün önce çekildi.
Yüzünde her zaman olduğu gibi güven veren, sevgi dolu, son derece olgun, pozitif bir ifade vardı.
Acaba kaç yüz kere baktım bu resme daha sonraları bilmiyorum. Dikkatli bakınca sanki kısa bir süre sonra aramızdan ayrılacağını hissettirmek istemiş gibi bir algıya kapıldım.
Ayfer Tuzcu Ünsal
ESNAFIN SORUNUNU ÇÖZEN BABAM...
1970 yılında Amerika’ya öğrenci olarak gittiğimde en çok dikkatimi çeken şey, Amerikalıların ölen yakınlarının veya devlet adamlarının doğum günlerini kutlamalarıydı. Anılan ya da kutlanan doğum günü olunca yas havası tamamen değişiyor, anılan kişi ile ilgili neşeli şeyler konuşuluyordu. Ben de şimdi bu yolu takip edip, babamın beni neşelendiren yönlerini yazacağım.
Yemek konusunda epey ilerleyip uluslararası areneda boy gösterince bana en çok sorulan soru: “Yemek pişirmesini nasıl öğrendiniz?” oluyordu. Ben de “Annemden öğrendim” diye hemen cevap veriyordum. Zaman içerisinde bu konu üzerinde daha ciddi konuşmaya karar verdim ve çocukluğumu düşünmeye başladım. Çocukluğuma dikkatli gözle bakınca babamın benim yemek pişirmem ve İngilizce öğrenmem konusunda çok çaba harcadığını gördüm. Tabii o dönemin kızları için tahsil yapmanın en önemli yanının, “önce iyi bir ev kadını olmak ve eşini temsil edebilmek” olduğunu unutmamak lazım. Hatta araştırmalarım sırasında ülkemizde hizmet veren Amerikan Kız Kolejlerinin de aynı gayeye hizmet için açıldığını okumuştum. Her neyse, babam bu konuda beni yönlendirdi ve yemek pişirmesini öğrendim. İtalya, Avrupa Birliği’ne girdikten sonra yapılan projelerin birisi de annelerin çocuklarına yemek öğretmesini sağlamaktı. Babamın, benim yemek pişirmeyi öğrenmem konusunda ne kadar haklı olduğunu bu projeyi okuduğumda bir kez daha anlamıştım.
Zaman zaman aklıma babamın çeşitli konulardaki mücadeleleri geliyor. En çok hoşlanmadığı şeylerden birisi din sömürüsü idi. Bizi de dini kullananların çok tehlikeli olabileceği konusunda sürekli uyarırdı. İçinde bulunduğumuz duruma bakıyorum da babam yine çok haklı çıkıyor. Ülkenin en hassas yerlerine sızan –Milli Piyango’ya kadar- bir terör örgütüyle karşı karşıyayız... Babam, 1990’lı yıllarda bugün olanları bize anlatıyordu, ne kadar ileri görüşlü bir insandı. Bazen içimi, dini kullanan bir örgütün onu öldürebileceği korkusu sarardı.
Ülkesini her yönüyle seven birisiydi babam. Küçücük yaşımda aklımdan hiç çıkmayan yerlere götürürdü bizi. Genç kız olduğumda ülkemizin çoğu yerini, en önemli yerlerini görmüştüm, biliyordum. Hem de en ince detaylarına kadar öğrenmiştim. Belki tuhaf ama, maddi durumu bizden çok daha iyi olan arkadaşlarım benim gittiğim yerlere gitmemişlerdi o zaman... Kıbrıs Harekatından çok kısa bir süre sonra da Kıbrıs’a gitmiştik. Ne güzel gezmiştik... Sonra defalarca Kıbrıs’a gittim, hiçbirinden babamla gittiğim tadı almadım desem yanlış olmaz herhalde.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilat’ında çalışırken mesai arkadaşlarımdan birisi Mr.Gillam’dı. Mr. Gillam, Türk uzmanlara pazarlama yapmasını öğretiyordu. Tam bir İngiliz centilmeniydi, çok zarifti... Annem onu sık sık yemeğe çağırırdı, Mr. Gillam Türkçe de bildiği için rahatlıkla konuşurlardı. Sonra bir gün Mr. Gillam: “Ayfer, hep siz beni yemeğe çağırıyorsunuz, ben de sizi çağıracağım” dedi. Kendisi Kaleli Otel’de kaldığı için, Kaleli Otel’in restoranına davet etti bizi. Ailecek davete icabet ettik, bir de ne görelim? Bizim oturacağımız masanın etrafı saksıda yetişen gerçek çam ağaçlarıyla çevrilmiş. Mönü de çok güzeldi, o akşam müthiş güzel vakit geçirmiştik. Evimize dönerken babam: “Bak kızım, gerçek kibarlık işte budur. Mr. Gillam, burada yalnız yaşıyor ve otelde kalıyor. Ama bizi davet etmemek için bu bahane değil. Hatta, restoranda rahat edelim diye kendisi parasını ödediği çam ağaçlarını almış. Ayrıca yemekler de çok lezzetliydi, belli ki mutfak kısmıyla da yakından ilgilenmiş. Birisi sizi davet edince, mutlaka siz de onu davet edin ve kendisine önemli olduğunu hissettirin.”
Ayıntab’dan Gaziantep’e kitabımı yazarken yiyecek satan; fırıncı, bakkal, katmerci, buğday satıcısı, aşçı vb. gibi çok sayıda insanla konuşmuştum. Onlardan birisi, daha önce Kavaklık’ta fırın çalıştırırmış ben tanıdığımda katmerci dükkanı olan bir esnaftı. Çeşitli sorular sorunca, “Bacım, sen kimsin?” dedi. Ben de kim olduğumu anlattım. “Hele şura bi otur” dedi ve devam etti: “Senin babanın çok iyiliğini gördüm. Sadece ben değil, bütün esnaf babana sorunlarımıza eğilip çözdüğü için minnettardır” dedi. Şöyle iki saat kadar, babamın özellikle esnafla nasıl dialog kurduğunu ve yaşadıkları problemleri çözünceye kadar nasıl yazılar yazdığını anlattı. Adamın kronolojik olarak sıraladığı problemler ve çözümlerini büyük hayranlık içinde dinledim. Adam, “Amaaan Bacım, sen bana soru soracaktın, ben sana babanı anlattım” dedi. Adamın bana söylediği konuları tabii ki hatırladım ama, onun esnafın üzerinde bu kadar etkili olabileceğini ancak o katmerci dükkanında öğrenme şansım oldu. Katmerci dükkanından neşe içerisinde çıkarken böylesi bir babanın kızı olduğum için kendimi çok şanslı hissediyordum.
Mükemmel bir insandı
Merhum Osman Tuzcu, Gaziantep’in mahalli gazetesi olan Sabah Gazetesinin sahibi, aynı zamanda halam Mediha Tuzcu’nun eşi oluyor. Akraba olmamız dolayısıyla ile yakından tanıma şansına sahibim.
Şahsına münhasır saygın bir kişiliğe sahip olan merhum eniştemiz yardımsever, akrabalarına değer veren, darda olanın elinden tutan sevilen bir kişilikti. Aynı zamanda esprili, yerine göre ciddi, akılcı, mantıklı, yerine göre eğlenmeyi seven, yerine göre gülen ve güldüren bir insandı.
Sabah Gazetesi’nin şimdiki sahibi Aykut Tuzcu yurt dışında üniversite eğitimi alırken, gazeteye prosedür gereği 7 sene kadar mesul müdürlük yaptım. 1972 yılında görevi devrettim.
Gazetede çıkan bazı yazılar dolayısı ile bir arada olma durumu hasıl oluyordu. Benim bazı durumlar karşısındaki duruşumu ve müdafa yapışımı takdirle karşılardı ve beni çok güldürürdü. Sınavını başarı ile tamamladın derdi, gülerdik.
Gaziantep’in yetiştirdiği, ünlü simalardan bir isimdi. Akrabalarının mutlu ve güzel günlerinde de üst başta yer alırdı. Nikah şahidi olarak, nişan merasiminde bulunarak, mutlaka mutluluğa ortak olurdu. Eşi Mediha Tuzcu ile mutlu bir evlilik hayatları oldu ve bütün evlenen çiftlere örnek teşkil ederlerdi. İyi bir eş, iyi bir baba, mükemmel kişilikte bir insandı.
Niteliklerini anlatmakla bitiremem. Çok sayar ve severdim. Rahmetle anıyorum. En güzel servet arkanda bıraktığın şerefin, itibarın, sevgin ve saygındır.
Tekrar Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanın cennet olsun.
Bir hatıra....
Merhum rahmetli Osman Tuzcu, kayınbiraderi merhum maliye vergi dairesi şefi Hayri Erdem’in kızı, benim kızkardeşimin nişan merasiminde yüzükleri takarken..
O hiçbir zaman “gasteci” olmadı, hep gazeteciydi
Masam, onun çalışma odasının tam önündeydi. Ne zaman kendimi çalışmaya kaptırıp, masaya biraz fazla eğilsem, hiç üşenmeden yerinden kalkar, gelir, omuzuma nazikçe dokunup, “dik otur” diye uyarırdı.
Aradan bu kadar zaman geçti, ne zaman kendimi koyverdiğimin farkına varsam, Osman Bey’i ve dik oturmam, dik durmam gerektiğini hatırlarım.
***
Osman Tuzcu, benim gazetecilik mesleğindeki ilk patronum olması yanında, onunla ortak bir kaderimiz de söz konusu. Ortak kaderimizin adı, Sabah.
Osman Bey tam 40 yılını, ben 31 yılımı Sabah’a verdik. Ortak özelliklerimizin başında mesleğimize duyduğumuz sevgi ve saygı geliyordu. Osman Bey, korkusuz bir adamdı, ben de meslek hayatım boyunca korku nedir tanımadım.
***
Gazete ofisine her sabah güler yüzle girerdi. Sabah’ı eline alır, inceler, gördüğü tüm hataları noktasına, virgülüne kadar işaretler, ardından ifade almaya koyulurdu. Gazeteciliğin, çok ciddiye alınmasını ve “gazetecilik” gibi yapılmasını isterdi. Ben gazeteciliğe; mesleğini çok ciddiye alan, mesleğinin onur ve gururunu çok iyi taşıyan, ama asla ve asla şımarmayan, egolarına yenilmeyen, inanılmaz derecede mütevazı, usta bir gazeteciyle çalışarak başladım.
***
Kadına inanan, kadına güvenen, kadına önem veren çağdaş bir insandı Osman Tuzcu. Bu yüzden ki kızını Amerika’ya gönderip, gazetecilik ve yazarlık eğitimi aldırmıştı. Bu yüzden ki kurduğu, yıllarını verdiği gazetesi Sabah’ın bir kadına teslim edilmesini yadsımadı, yadırgamadı. Hem de Türkiye’de hiçbir gazetede henüz kadın yönetici yokken.
***
Hayatımda eleştiriye bu kadar açık ikinci bir insan tanımadım. Gazetenin genel yayın yönetmeni olduktan sonra, bazı köşe yazılarını, “biraz öfkeyle yazılmış” bulduğum için yayınlamadım.
Yazısını neden yayınlamadığımı veya yayınlamayacağımı gerekçeleri ile anlattığımda bir gün bile ısrarcı olmadı. Her seferinde olağanüstü bir sabırla eleştirilerimi dinledi, teşekkür etti. “Peki kızım ben onu yeniden yazarım” derdi.
***
Yaşadığı sürece aynı ofiste çalıştık, bir gün bile yayın politikasına müdahale etmedi. İzledi, eleştirilerini söyledi, tecrübelerini cömertçe paylaştı. Gazeteye getirilen yenilikleri heyecan ve sevinçle karşıladı.
Yalnızca bir gün, “Bu haberi kullanmamanı rica ediyorum” diye telefon açtı.
90’lı yıllardı. Dönemin vali yardımcılarından birinin, bir hayat kadını ile ilişkisine dair belge geldi gazeteye. Sansasyonel bir haber. Ben de belgesi ile birlikte haberi manşetten kullandım.
Akşam saat 21.00 sularında tam sayfayı bağlayacakken, ofisin telefonu çaldı. Arayan Osman Bey’di. “Kızım, adam evime geldi, saatlerden beri yalvarıyor. Haber yayınlanmasın diye elimi, ayağımı öpmeye yeltendi. Bir insanın kendini bu kadar aşağılaması çok etkiledi beni. Senden, ilk ve son defa bir haberi kullanmamanı rica ediyorum” dedi. Haberin gazetede yayınlanacağını öğrenen Vali Yardımcısı soluğu Osman Bey’in evinde alıp, saatlerce yalvarmış, elini, ayağını öpmeye yeltenmişti.
Osman Bey’i kıramadım, haberi çıkardım, ama ertesi gün sitem etme hakkımı son zerresine kadar kullanmaktan geri kalmadım.
***
Çağdaş, demokrat, cesur bir gazeteci olan Osman Tuzcu, kuşkusuz Antep basını için de bir mihenk taşı ve bir ekoldü.
Gerçek bir gazeteciydi, hiçbir zaman “gasteci” olmadı.
Şu günlerde, bizi bir yerlerden gözetliyorsa, memleketin ve mesleğin içinde bulunduğu halleri görüp, kendi adına sevinirken, bizim adımıza da mutlaka çok ama çok üzülüyordur diye düşünüyorum.