İnanmak mı, iman etmek mi?

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

İnanmak ya da iman etmek aynı kavramlar gibi gözükse de aslında çok farklıdırlar. İnanç bizim hayatımızın karanlık tarafıyla yani ölümden sonrasıyla ilgilidir. Hayatımız bir güne benzer. Gündüz ve gece şeklinde bir hayatımız var. Yaşam gündüzle ilgilidir. Gündüz her şey gözünüzün önündedir. Her şeyi görebilirsiniz. Ama gece karanlıktır. Karanlıkta görmek için ışığa ihtiyacınız vardır. İşte ölüm yaşamımızın karanlık tarafıyla ilgilidir. Öldükten sonra ne olacak, bunu hiç birimiz bilmiyoruz.

 

Sadece gündüz yaşadığımız şeylere bakarak karanlık hakkında yorumlarda bulunuyoruz. Peygamberler o karanlık tarafla ilgili şeyler anlatıyorlar. Ama o anlatılan şeyleri deneylerle ortaya çıkarmamız mümkün değil.  İnanç her zaman, daima sahtedir, ikiyüzlüdür, yapmacıktır. İman ise teslimiyettir. İman bir nitelik iken inanç bir kavramdır. İman zihnin niteliğidir, inanç ise sonradan edinilir. İnançta şüphe vardır. Mesela “Allah’a inanıyorum” der ama gördüğü herkese “Bana Allah’ı anlat” der. Çünkü zihninin derinliklerinde Allah’ın varlığı ile ilgili şüpheleri vardır. Bu tür insanlar inançlarına tutunurlar. Yani dinlerine, ideolojilerine, mezheplerine tutunurlar. Onların inançlarına ters, muhalif bir şey söylerseniz hemen size saldırırlar. Ama iman eden kişinin şüphe ve tereddüdü yoktur. O tamamen teslim olmuştur. Boğazına bıçağı dayasanız bile kılını kıpırdatmaz. “Her şey olacağına varır” diye düşünür. İman etmiş birisini ne kadar eleştirirsen eleştir o kızmaz, sinirlenmez. Ülkemizde herkes “Müslüman’ım” der, Müslüman olduğuna inanır ama iman etmemiştir. Çünkü inandığı dine göre yaşamaz. Bütün dinlerde böyledir. Gerçek Hıristiyan, gerçek Yahudi, gerçek Müslüman bulmanız imkansız gibi bir şeydir. Mevlana iman etmiş birisidir. Yunus iman etmiş bir kişidir. Buda iman etmiş birisidir.

 

Bengal’li Keshav Chandra ünlü bir felsefeciydi. Bir gün kendi döneminde yaşayan ünlü mistik Ramakrishna ile tartışmaya gitti. Ramakrishna cahilin birisiydi. Hiçbir eğitimi yoktu. Felsefe okumamıştı. Kalküta şehrinde buluştular. Şehrin ileri gelenleri Keshav Chandra’nın zaferini görmek için geldi. Çünkü Keshav Chandra mantık ustası idi. O tam bir söz cambazıydı. Bu ikili karşılaşınca Keshav Chandra sorularını sıraladı. “Tanrı var mıdır? Tanrı varsa bunu bana nasıl ispatlayabilirsin?” gibi sorularını sorup savlarını ileri sürünce Ramakrishna ayağa kalkıp dans etmeye başladı. Ona hiçbir cevap vermedi. Çılgınlar gibi dans ediyor, eğleniyor, gülüyordu. Bu durum karşısında Keshav Chandra şaşkına döndü. “Sen ne yapıyorsun” dedi. “Sorularıma cevap vermelisin”. Ramakrishna “Seni gördüğümde imanım güçlendi” dedi. “Tanrı olmadan böyle bir zeka imkansız olurdu. Sen benden daha büyük bir zekaya sahipsin. Eninde sonunda benden daha büyük bir adam olacaksın. Böyle keskin ilahi bir zeka ile zihin ile mücadele edilemez. Benim gibi bir budala, bir aptal aydınlandı, erişti. Sen nasıl aydınlanmadan kalabilirsin?”. Ramakrishna hiç kızmadı, tartışmadı ama tezleri ile Keshav Chandra’yı alt etti. Keshav Chandra onun önünde eğildi. “Hayatım boyunca karşılaştığım tartışmanın boşuna olduğu ilk teist sensin” dedi. “Gözlerine bakarken davranışlarına bakarken ilahi olanın ışıltısını ilk defa gördüm. Kanıt vermediğin halde en büyük kanıt sensin.

 

İman etmek kendini varoluşun kollarına bırakmaktır.  İster teist, ister deist, isterse ateist olun. Eğer kendinizi varoluşun akışına bırakabiliyorsanız siz iman etmiş birisisinizdir.

İnanmak mı, iman etmek mi?