Yüz yirmi sekiz
Aklımın köşesinden bile geçmezdi, bir yazıya rakam koymak. Ama gelin bir de bana sorun neden rakam koydum diye. İlkokul son senemde zaman zaman bedenimde, sağ kasığımda ağrı oluşurdu. O tarihte çok sevdiğim ortanca dayım, Ankara Üniversitesi’nden doktor olarak mezun olmuştu. Sıklıkla bizim eve gelirdi ve ben aklımdaki bir çok konuyu ona sorardım. Babama, öğrenmek istediğim konuları sorma cesaretim olmadığından, sorularımı rahmetli dayıma sormayı daha kolay bulurdum. Benimle çok ilgilenirdi. Hatta kimi zaman el tırnaklarımı da o keserdi ve bir tırnağın nasıl kesilmesi gerektiğini, o öğretmişti bana. Yatılı okula gideceğim kesinleştiği günlerde kasığımdaki ağrının apandisit belirtisi olduğu teşhisi konulmuştu.
Yatılı okulda problem olmaması için benim ameliyat olmam gerektiğini dayım bana anlattı. 1950’lilerin tıp teknolojisi çerçevesinde, bu ameliyat gerçekleşecekti. Aslında tedirgindim, Bursa’da apandisit teşhisi ile hastanede ameliyat edilen büyük dayım Celal Gürler birkaç gün sonra vefat etmişti. Şimdi aynı teşhis bana konulmuş ve ben ameliyat olacaktım. Tetkikler yapıldı, teşhis doğrulandı ve ben Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yattım. İki gün yemek vermediler. Sonra bir sabah sedye ile ameliyathaneye götürdüler. Ameliyathaneyi tam olarak hatırlamıyorum, ama masaya yatırıldıktan sonra bir kadın, başımın bulunduğu yerde, ağız ve burnumu kapatan bir aparat koydu. Benden sesli olarak sayıları saymamı istedi. Ben bir-iki diyerek saymaya başladım. Hani 128’i de söyledim mi bilmiyorum. Fakat narkozu ciddi boyutta aldığımı düşünmekteyim. Ameliyat yaklaşık 4 saat sürmüştü.
Ayıldığım zaman etrafı kontrol etmeye başladım. Hasta odasında diğer hastalarla birlikteydim. Kimisi inlemekte, kimisi sessiz, kimisinin ise başında bir bekleyen vardı. Yatakta susadığımı hatırlıyorum, ama su verecek kimse yoktu. Sabah oldu, bir hemşire geldi dudaklarımı su ile ıslattı. Su içmemin ameliyat yarası bakımından doğru olmadığını anlattı. Ben de sıkça dudaklarımı ıslatmalarını istedim. Ameliyatın beşinci günü su içebileceğimi söylediklerinde, sanki çölde susuz kalmış insan misali, bir bardak suyu kana kana içişimi bugün bile hatırlarım. Ancak ikinci bardağı vermemişlerdi. Eh, dedim kendi kendime, bu da geçecek, eve çıkınca istediğim kadar su içmeyi hayal ederek, yedinci günde taburcu oldum. Ancak hayatımda bir başka engel vardı. Birkaç ay yüksekten atlamayacak, ağır kaldırmayacaktım ve koşmaktan sakınmam gerektiği tembih edildi. Bu şartlarla yatılı okula başladım.
Anonim şirketlerin yıl içinde yaptıkları çalışmalar sonunda kâr ederlerse, bu kârdan bir bölümü, ticaret kanununda belirtilen oranda ihtiyat akçesi ve kimi yerde ise başka bir oranda fevkalade ihtiyat akçesi olarak biriktirilir. Bu fonlar arttıkça şirketin itibarı, finans kurumları nezdinde artar. Kredi alabilme imkanı artar, riski azalır. Bankaların da buna benzer durumda olduğunu düşünmekteyim. Bankaların rezervleri arttığı müddetçe, kredi notları artar, ülke içinde yapılacak yatırımlar için kredi verme imkanı rahatlar.
Ancak Merkez Bankalarının bu sınıflandırmanın dışında olması gerektiğini düşünürüm. Bir ülkenin sahip olduğu akıcı varlıkların başında Merkez Bankalarında bulunan rezervler olduğunu, bilenler söylemekte. Söylenen odur ki, Türkiye’de 2020 senesinde ödemeler dengesindeki açığı kapatmak için mevcut rezervlerinden 41 milyar dolar, Hazine Müsteşarlığı tarafından kullanılmış. Fakat nasıl kullanılmış, kim kullandırmış, kime kullandırılmış, bir bilen olduğunu zannetmiyorum. Bu arada 2020’de 30 milyar dolar reel sektörün ve bankacılık sektörünün döviz açıklarının kapatılması için kullanılmış, iyi de nasıl kullanıldığını bilen yok. Swap piyasasından alınan 55 milyar doların da piyasadan çekilerek ülkeyi terk ettiği söylenmekte. Bu işlemlerin izlerini kaybetmek mümkün değil. Hele hele konu Merkez Bankası ise, hiç mümkün görünmemekte. Konunun ilginç tarafı da bu aslında. Saraya damat olan bir Maliye Bakanının ortadan kaybolması ile yakın zamanda 128 milyar doların, Merkez Bankası sayfasından kaybolması, birbirini takip eden zamanda oluştuğundan, insanların akıllarında cevabı olmayan soruların üremesi kaçınılmaz olmaya başladı. Böyle bir durumu, ömrümce hiç görmediğimi söylesem, doğrudur.
İktidar partisinin yetkili dört kişisinin bu konuda verdiği 4 ayrı beyanatta söylenen sözlerin, birbirini hiç tutmaması, komik olduğu kadar acı bir gerçektir. Hele çiçeği burnunda Merkez Bankasının başkanı ise ‘Bu rezervlerin buhar olmadığı, kamu bankalarıyla yapılan bir protokole istinaden, bu bankalar üzerinden piyasada döviz talep eden ekonomik aktörlere satıldı’ diye dillendirmesini anlayanlar, anlamayanlara anlatsın.
Merkez Bankasından verilen bilgide, bu aktörlerin ve satışın detaylarına hiç değinilmedi. Milleti, sorgulamayan iki koyun zanneden Saraylıların, hani memleketin döviz rezervleri deniz ya, bir reklâm misali, harca harca bitmez diye düşünmesi, bu ülkeye ihanettir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.