İhtiyar adam
Yetmişli senelerin başında Amerika’da, Connecticut eyaletinin bir kasabası olan Norwalk’a, analitik cihazlar konusunda eğitim için gitmiştim. Özel ilgim olan alet ve edevat konusunda böyle malzemeler satan bir dükkandan içeri girdim. Hani bir hırdavatçı olarak tanımladığımız bir dükkandı. Aklıma gelen veya gelmeyen bir çok malzeme vardı raflarda.
Etrafı dolaştıktan sonra bazı özel alet ve araçlar aramaya başladım. Ancak bu aletlerin hepsi inç sistemi konusunda idi. Ben ise, metrik ölçülerde alet aramaktaydım. Nerede bulacağımı bilmeden dolaşmaya başladım. Ne kadar zor bir durum, bütün ülke inç sisteminde, ben ise metrik alet arıyorum. Dükkanın bir köşesinde esmer, kara-kuru yaşlı bir adam vardı, bir de kasanın başında iri yarı göbekli esmer bir adam. Yaşlı adama yöneldim. Çekinerek kendisine, “Bu aletlerin metrik olanı var mıdır?” diye sordum. Yaşlı adam gözlerini kısarak bana baktı, kısa bir süre hareketsiz durduktan sonra iki eli ile benim elimi tuttu. Oturduğu sandalyenin yanında bir tabure vardı. Elimden tutup tabureye oturmamı istedi. Ben de itiraz etmedim, oturdum. Yüzüme uzun uzun baktı. Elimi hala bırakmamıştı. Ağzından bir cümle çıktı, “Sen Türk müsün?” dedi. Hayretler içinde kalmıştım. Amerika’nın bir kasabasında, bir hırdavatçıda, yaşlı bir adam benim Türk olduğumu nasıl tahmin eder diye düşündüm. ‘Doğrusun, ben Türküm, ama nasıl bildin?’ diye sordum. Tahmin ettiğini söyledi. ‘Otur yanıma, ilerdeki şişman adam benim oğlum ve burası da onun dükkanı. Bana İstanbul’dan bahset, Üsküdar’ı anlat, sonra senin istediklerini buluruz’ dedi. Ne öğrenmek istediğini sordum.
Yaşlı adam konuşmaya başladı. “Çocuktum, bizi yaşadığımız kasabadan topladılar, Elazığ yahut Harput dolaylarından İstanbul’a getirdiler. Burada bir çok çocuğu Üsküdar’da bir caminin avlusunda topladılar. Hepsi değişik yörelerden gelmiş yüzlerce çocuk vardı burada. Ben Ermeniyim, çocukların hepsi de Ermeni idi. Çadırlar içinde bir kaç gün kaldık. Oyunlar oynadık, akşamları da bu çadırlarda uyuduk.” Yaşlı adam gözlerini kapadı. Düşünür gibi yaptı, bir kaç dakika durdu. Gözlerindeki yaşlara engel olmadı. Devam etti, “Üsküdar” dedi. İhtiyarın yüzü, geçmiş senelerin izleri kazınmışçasına, koyu buruşuk derisi, üzerinde çalışmaktan damarları fırlamış emekçi elleri, yılların yükünü taşımaktan bükülmüş kamburlaşmış sırtı, doksan yaşını geçmiş yaşamının çocukluk seneleri içinde iz bırakan çok önemli bir anısı “Ah Üsküdar “ diyerek derin derin içini çekti .
Kendisini çocukluğunda Üsküdar’a getirmişler, nereden geldiğini hatırlamamakla birlikte, ”yüzlerce çocuktuk “demekteydi. Yüzlercesi, bir caminin avlusunda verilen şiltelerin üslerinde yatıp, bir kaç gün Üsküdar meydanındaki, ihtimal, Mihrimah Sultan cami avlusunda kalmışlar. Bu büyük guruba her gün başka guruplar ilave olmuş. Hatırladığı Üsküdar’ı uzun uzun anlattı bana. Meydanı, caminin avlusundaki şadırvanı, hatta büyük caminin karşısında bir başka büyük caminin olduğunu, etrafında bahçe duvarlarının bulunduğunu, geceleri bazı çocukların cami içindeki halıların üstünde bir kenara kıvrılıp yattıklarını da anlattı. Caminin avlusunda çocukça oyunlar oynadıklarını gözündeki yaşları silerek anlattı yaşlı adam.
Olayın geçtiği tarih olarak tahmin ettiğim 1914 seneleri. Derken bir büyük gemi gelmiş. Boğazın tam ortasına demirlemiş. Bir takım insanlar gelmiş, ellerindeki listelerdeki isimleri okumuşlar. İsimleri okunan çocukları guruplar halinde sandallara bindirip gemiye götürülmüşler. Gemide, ne kadar yolculuk ettiklerini pek hatırlamakla birlikte, Üsküdarı hiç unutmamış olduğunu anlattı. Anne ve bBabasını hiç hatırlamadığını söyledi yaşlı adam. Göz pınarlarından düşen damlaları elinin üstündeki kuru derisine sildi. Ellili senelerde çikolata renkli ERTHA KITT adlı kadının söylediği “Üsküdar” şarkısını her duyduğunda gözlerinin hep nemlendiğini söyledi. “Sanki” diye devam etti yaşlı adam “bizim çocukluk anılarımız için yazılmış bir şarkı.” Söylediği kelimeler, boğazında düğümleniyordu.
Kasada duran iri yarı bir adam uzaktan yaşlı adama orada fazla oturmaması için bağırdı. Yaşlı adam “Bu da benim oğlum “dedi bana. “Onun için çalışmaktayım. Sen de bana Üsküdar’ı anlat.” Ben de Üsküdar’ı tasvir etmeye çalıştım. Şarkılara ilham olmuş bu cennet belde, İstanbul’da eski Üsküdar’dan bir eser kalmadığını söyledim. Geniş meydanlığın araba parkı olduğunu anlattım. Bu arabaların karşıya, Kabataş’ a arabalı vapurlarla geçmeleri için bekledikleri oto parkı olduğunu ifade ettim.
Meydandaki şadırvanının suyunun da kurumuş olduğunu söyledim. İki elimi sıkı sıkı tutarak bu sohbet için teşekkür etti. Üsküdar’ın bir resmini göndermemi istedi. Ben de ona resimlerini çekip göndereceğime söz verdim. Daha sonra metrik aletlerin yerine götürdü beni ve almama yardım etti. Yurda döndüğümde Üsküdar’ın resimlerini boy boy ve panoramik çekerek, yaşlı adama gönderdim.
Birkaç sene sonra yine Norwalk’a gittiğimde aynı dükkanı ziyaret ettim. Elimde bir zarf dolusu eski Üsküdar kartpostalları vardı. Kasada yine o şişman adam duruyordu. Babası olan yaşlı adamın nerede olduğunu sordum. Ona eski Üsküdar resimlerini getirdiğimi anlattım. Ancak bu resimler biraz geç kalmıştı, yaşlı adamın vefat ettiğini söyledi oğlu.
İnsanın çocukluğunda yaşadığı önemli olayların çok derin izler bıraktığına inanmaktayım. Mesela 23 Nisan’da 1951 senesinde Ankara’da bulunan ilkokullardan 1er temsilci çocukları, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı, Meclis Başkanı Refik Koraltan’ı ve Başbakan Adnan Menderes’i, ziyaret etmek için topladılar. Ben de bu ziyarette Kurtuluş ilkokulunu temsil etmek için seçilmiştim. O günü hiç unutmam. En ince ayrıntısını, bugün bile hatırlarım. Çocuklar için bayram ilan edilen Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının asırlık seneyi devriyesinde, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı, Bakanlık koltuğuna oturttuğu bir çocuğun kişisel hak ve hürriyetlerini hiçe sayarak bir çikolatayı da esirgeyen davranış sergilemesi bu genç çocukta hangi izleri bırakır diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.