“Doğa çocuklarındır!”
“Bütün sanat doğanın bir taklididir” Seneca
Hepimizin, çevrenin ve tabiatın bize sunduğu nimetlerden, imkânlardan ve kaynaklardan adaletli şekilde faydalanma hakkı vardır. Herkesin, bu kaynakları sadece gerçek ve zorunlu ihtiyaçlarla sınırlı şekilde kollamak ve geliştirmek sorumluluğu da vardır. Nefesimiz, döngümüz, canlılığımız, hayatlarımız, varlığımızın gerekçesi ve teminatı olan doğaya iyi baktığımız kadar doğa bize doğru davranacaktır.
“05 Haziran Dünya Çevre Günü’ydü.” Hepimizin çevreye ve doğaya dair, güzellemeleri, iyi niyetleri, duyarlılığı, kaygıları, korkuları, beklentileri, sloganları bir günlüğüne de olsa sosyal medyayı adeta inletti. Kuşkusuz kendimiz de bu etkiyle, aynı duyarlılık ve sevincin anında paydaşı olduk. Bu duyarlılığa, siyasetten ekonomiste, esnaftan sanayiciye, kültürden sanata, çevreciden emekçiye, köyden metropole büyük bir kesim dâhil olmuştu. Bu durumda şöyle demeden geçemiyor insan: Herkes çevre ve doğanın öneminin bu kadar bilincindeyse, o zaman çevresel ve doğal kaynakların yok olmasına dair problemleri yaratan nedir?
Emek EREZ’in hoşgörüsüne sığınarak, Gazete Duvar’da, 05 Haziran’da yayınlanan yazısından bir alıntı yaparak devam etmek iyi gelecek.
“Koskoca denizler ölüyor, balıklar nefessiz can veriyor, nehirler kuruyor, doğa varlıkları tek bir ağaç, tek bir göl bırakmamaya adeta yemin etmişçesine talan ediliyor, zenginler ayrıcalıklı konumlarını her gün daha üst seviyeye çıkarırken, biz her gün nasıl hayatta kalacağımızın hesabını yapıyoruz.”
Doğayı, doğanın kendi işleyiş kurgusunu, rüzgârı, suları, ormanı, bulutu, atmosferi kendi varsayım ve hırslarımıza göre, çıkarımıza göre dizayn etmeye kalkmak, insanlık için büyük bir hüsran olacaktır. Doğanın varoluşunu, dengesini, kurallarını parsellemeye kalkmak, evren işleyişine uyumsuzluktur; bu da beraberinde insanlığa büyük bedeller ödetecektir. (Yüz binlerce yıllık doğal işleyiş bize böyle dedirtiyor.)
Doğadan kazanç, kar, çıkar, rant, sermaye sağlanamaz; doğanın ikramı olan “varoluş imkanları ve yaşamsal alanlardan” yararlanılabilir. Mahatma Gandhi’nin dediği gibi: “Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsını karşılamaya yetecek olanı değil.” Belki de bu güne kadar var olabilen varlıklar(canlı-cansız) doğanın döngüsüne ve eko düzene uyumlu varlıklardır.
Doğal yaşam alanlarını, ekolojik sistemi sahiplenmek ve korumaktan kaçamayız. Bu aynı zamanda kendimize, doğa varlıklarına, canlılara sunacağımız velinimet olacaktır. Bizim ihtiyacımız var: Doğal kaynaklara, doğal varlıklara, doğanın işleyişine, doğanın dengesine.
İnsan, suni bir zenginlik, maddi bir çıkara(güce) kapılıp, zehirlenip giderken, bizim için “var olması zorunlu” olan çevreye de yapmadığını bırakmıyor. İnsan, olanla yetinmeyi, mutlu olmayı ve olanla yaşamayı beceremeden; hırsı, hıncı, bencilliği, kararmış zihni, körelmiş gözleri, kurumuş yüreği ile doğayı ve doğal yaşam alanlarını talan etmenin sonuçlarının bilincinde olamıyor. Oysa yüreğini, beynini, gözlerini, bedenini, ruhunu doğanın akışına bırakanlar doğruluğun, iyiliğin, huzurun ve güvenin sularında bol bol güneşlenmektedirler.
Fikret BAŞKAYA, “Başka bir Uygarlık İçin Manifesto” kitabında, üretim ve tüketim dengesini şu şekilde belirlemektedir: “Kar etmenin, biriktirmenin, talanın değil; doğrudan insanın GERÇEK ihtiyaçlarının tatminine yönelik, yine üretim ve tüketimin doğaya zarar vermeyecek şekilde gerçekleşmesi, daha çok yok etmek değil, sosyal ihtiyaçlara karşılık verebilecek ama ekolojik gereklere yanıt verecek şekilde “başka türlü üretmekle” ilgili” diyor. Başkaya, bunun içinde; “yeni bir ekonomik-sosyal-kültürel-siyasal-etik-estettik paradigmayı varsayar,” demektedir.
Buradan hareketle, doğaya, çevreye, tabiat varlıklarına, canlıya, yaşama yaklaşım için adeta bir bilinç aydınlanmasının zorunluluğu, insanı merkez alan, güzel ve hümanizmin gölgesindeki duygusal zenginliğe ihtiyaç duyulmaktadır. Ağacın renginden, çimenin yeşilinden, çiçeğin kokusundan, toprağın yarığında resim çekmenin ötesinde olmalı doğayı bilmek. Tüm doğru, iyi, verimli, yeterli ve üretken birliklerle ancak hayata, eko sisteme, varoluşun doğal yapısına ulaşılabilir.
Doğanın yok oluşuna, çevre kirliliğine, doğanın normal akmayışına dair; “çevre günlerini, doğayı sevme zamanlarını, doğal kaynakları koruma dönemlerini,” şatafatlı, allı pullu duyarlılık süslemelerin dışında, doğaya çıkarsız bir tarzda yaklaşım sergilemeye ve bunu küreselleştirmeye ihtiyacımız var. Ekonomik büyümeyi asli hedef sayan yaklaşımlardan vazgeçmeden, doğal kaynakları ve tüketimi durduramayız.
Büyük usta Dostoyevski’nin sesine kulak verelim: “Doğaya karşı işlenen bir suçun öcü, insan adaletinden daha zorlu olur.”
Yararlanılan Kaynaklar;
Bir Başka Uygarlık İçin Manifesto (Fikret BAŞKAYA)
Sahip Olmak ya da Olmak (Eric Fromm)
Gazete Duvar (Emek EREZ)