Tüketmek tükenmektir!
Tüketmek!
Tüketmek, tükenmek ile nasıl bir etkileşim içinde? “Tükenişlerin” kaynağı tüketim mi?
Tüketmek için, tüketiciler var etmek gerek. Dünyaya binlerce yıldır hükmeden anlayış, algılarımızı, duygularımızı, zihnimizi tüketicilik bombardımanına tutmuş bulunuyor. Bizde, bu akıntıya kürek çalmayı tercih ediyoruz. Bizi bizden alan ve sadece “asalakça tüketiciliğe” inanmamızı sağlayan bu anlayışın hapsinden çıkamıyoruz/çıkartmıyorlar.
“Çok çalış, gece gündüz çalış;” sanata, müziğe, dosta, eşe, sevgiliye, kültüre, paylaşıma, ortaklaşamaya karşı, “sürekli çalışma kutsallaştırılmış adeta. Çünkü bize öğütleri” sen sensin, başka yok.” Bu abluka, bizi biz yapan, bizi özgür yapan dünyadan koparmıyor mu? Dünyanın “güçlü sahipleri, egemenleri, kapitalistleri” tüketiciliğimize umut bağlamışlar. Varlıklarının buna bağlı olduğunun epeyce bilincinde olmalılar. Peki biz neyin bilincindeyiz?
Tükettikçe, tüketme güdümüzün, tüketme alışkanlığımızın, tüketme zaafımızın bizi alıp götürdüğünün farkında mıyız? Tüketiciliğin, sosyal bir yön ve hedef haline gelmesi ile nelerimizden oluyoruz? Oysa yaşam üretmek değil miydi?
Aslında genetik olarak tüm doğruların bileşenleri taşıyarak doğarız. İlerleyen ömrümüz ve akan yıllarımız çoğaldıkça yamulmayan, kırıklarla şekli bozulmayan az bir yerimizle idare ediyoruz. Oysa güzel, doğru, özgür, üretken, sevinçli doğmuştuk; müziğin notalarıyla gözlerimizi açmıştık dünyaya.
Tüketmek dedik ya!
Tüketmeye bulaşınca sadece maddi değerlerle sınırlı kalamayız. Tüketicilik bizdeki egoyu, benliği, hırsı, bencilliği, bananeciliği de körüklüyor; gözümüzü, gönlümüzü, beynimizi bir aç gözlülük alıp sürüklüyor ve biz bu rüzgârda savrulup kopuyoruz. Kör bir yolda alıp bilinçsizce savruluyoruz; tüketicilik bir tercihe dönüşüyor.
Tüketim aynı zamanda bir ayrılıktır. Var olandan, doğal olandan, gerekli olandan, sürekli içimizde barındırmamız gerekenden ayrılıktır.
Belki doğru olan, iyi olan, adaletli, iyimser, özgür, yaratıcı, hoşgörülü olan yanlarımızı farkında olmadan tüketiyoruz. Tüketmek/ yok etmek, ya da ayrılmak; “ihtiyacı olanların” bizi tüketmeye bulaştırmasıyla yelpazeleniyor. Emeğimizi, alın terimizi, gücümüzü, zamanımızı, motivasyonumuzu, paylaşım, özverimizi tüketiyoruz; belki de geleceğimizi tüketiyoruz.
Bazı filozoflar,” herkes dahi doğar, sonradan aldığımız eğitimler, öğütler (evde, sokakta, okulda, çevrede vd.) bizi aptallaştırır” derler. Bize fark ettirmeden bizi bizden aldıklarının bilincinde değil miyiz? Renklerin, şekillerin, cinslerin, inançların, kültür, barışın, adaletin, tarihsel değerlerin, sabrın yok oluşunda tüketici kimliğin etkisini düşündük mü hiç?
Sevgi, saygı, hoşnutluk, tebessüm, iyimserlik dolu olması gereken benliklerimizin bencillik, öfke, tepki, kibir, şiddete yenilmesinde tüketimin etkisini analiz etmemiz gerekiyor.
Evet tüketiyoruz. Denizleri, suları, havayı, toprağı, canlıyı, yeşili, maviyi, yaşamı, geleceği tüketiyoruz. Kimlik ve farklı yaşamların zenginliğini fakirleştirmekle kalmıyor ve tüketiyoruz; kaygımız, öfkemiz, sınırsız isteklerimiz şişiyor. Yani yine tüketme, yine olması gerekenden ayrılıklar sürüyor.
“İnsanlar her seferinde farklılıkları, biriciliklerini kanıtlamak için daha çok satın almaya, daha çok tüketmeye yöneldikçe, bireycilik derinleşiyor ve topluma yabancılaşma katmerleniyor… (Fikret Başkaya)
Fikret BAŞKAYA’nın tespitinden hareketle tüketim/bireycilik/ toplumdan ve doğadan kopma başlıca sorunumuz. Yani özgür, eşit, doğru, adaletli, bilinçli, saygın, özverili, üretici, paydaş bir yaşamdan koparıyor, tüketicilik. Tüketiciliğe boyun eğdiğimizden beri, yıkıyoruz, eskitiyoruz, kurutuyoruz birçok güzel olanı…