Benim zavallı ülkem
Dün siyasi parti genel başkanlarının grup konuşmalarını dinlerken arkadaşıma, “Şunların konuşmasının içeriğine bak. Sen bunlarda zerre kadar memleket ve halk sevgisi, kaygısı hissedebiliyor musun? Bunlar mı memleketin sorunlarını çözecek?” diye sordum.
Başbakan, artık gayet fütursuzca tek adamlığın keyfini çıkarıyor.
CHP, Kılıçdaroğlu ile yakalamaya çalıştığı yenilik görüntüsünü çoktan yedi bitirdi. Tutarsız, birinin dediği diğerini tutmayan, bugün öyle dediklerine yarın böyle diyen Kılıçdaroğlu ve CHP’den hiçbir halt olmaz.
“Erdoğan’ın kalitesiz demokrasisi” başlıklı yazım üzerine dün, CHP’nin önde gelenlerinden biri aradı. “AKP ve Başbakan ülkeyi kötüye götürüyor” dedikten sonra, “İsim zikretmek istemiyorum ama, karşının da elle tutulur bir yanı yok ki” gibisinden bir laf etti.
İşte o karşı diye kastettiği ne yazık ki kendi partisinden başkası değildi.
***
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TMBB’nin açılışında yaptığı konuşmada, önemli iki konuya temas etti.
Birincisi; “Milletvekili sıfatını taşımaya hak kazanmış herkes, haklarında kesin yargı kararları ortaya çıkana kadar yasama faaliyetine katılmalı" şeklindeki sözleriydi.
İkincisi de; “Bir ülkede yazarların, düşünürlerin ve fikir adamlarının görüşlerini korkusuzca paylaşabilmeleri, o ülkeye itibar kazandırır. Aynı şekilde, gazeteciler, haberciler ve bir bütün olarak medya mensuplarının halkı haberdar etme görevlerini yerine getirirken hiçbir engelle karşılaşmamaları da temel esastır” diyerek basın özgürlüğüne yaptığı vurgu oldu.
Bu açıklama da gösteriyor ki Abdullah Gül, eğitimi, kariyeri, devlet deneyimi ve tecrübeleri ile demokratik yaklaşım açısından Başbakan Erdoğan’dan fersah fersah önde görünüyor.
***
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise, ağzından demokrasiyi düşürmüyor ama, ne kimyasında, ne kariyerinde, ne de kültüründe “demokrasi” yok aslında.
O hapistekilerin çıkarılması bir yana, hazır meclisin çatısı altındaki vekilleri nasıl dışarı atacağının hesaplarını yapıyor.
AKP’ye muhalefet eden gazetelerin temsilcisinin kongreye alınmamasına yapılan göndermeye de, “Mecbur muyuz onları davet etmeye” diye yanıt veriyor.
O partinin kendisinin veya babasının partisi olmadığını, bu ülkede yaşayan herkesin verdiği vergi ile kurulmuş ve kongresinde harcadığı paraların da bizim cebimizden çıktığını hesap etmiyor.
***
O gazeteler kendisine küfrediyormuş. Küfür derken, ağır eleştirileri kastediyor.
Niye bu memlekette herkes seni sevmek ve sana biat ve yağcılık etmek mecburiyetinde mi?
Bazıları yalakalık edecek, bazısı da yaptıklarını eleştirip, seni yerden yere vuracak.
Sen de yalakalıklara nasıl hüsnü kabul gösteriyorsan, eleştirilere de boyun eğeceksin.
Bunun başka hiçbir yolu ve izahı yok.
Dünya bugün bırak senin gibi bugün var yarın yok siyasetçileri, peygamberleri bile eleştiriyor.
Peygamberlerin doğruları yanlışları tartışılıyor, tartışılmalı da.
Sen kimsin ki eleştirilmez ve dokunulmaz olacaksın?
***
Tayyip Erdoğan öyle de CHP farklı mı?
Baksanıza, Kılıçdaroğlu da İstanbul büyükşehir belediye başkan adaylığı sırasında bazı gazetelere ambargo uygulamış.
Vay iktidarıyla, muhalefetiyle sevsinler sizin çarpık demokrasinizi emi!
Al birini, vur ötekine!
***
Zaten öyle olmasa, memleket de böyle olmazdı değil mi?
Haliyle siyasetteki kalite neyse, demokrasiye de o kadarı yansıyacak.
Mesela şimdi CHP’nin yerinde aklı başında insanların oluşturduğu, ülkenin sorunlarına ulusalcı/milliyetçi pencereden değil, çağdaş demokratik değerler penceresinden bakabilecek, kaygısı yalnızca kendi konumunu korumak olmayan, ülkesinin önünü açmaya, geleceğini aydınlatmaya odaklı siyaset üretebildiği için iktidarı da bu yoldaki hamleleriyle zorlayacak gerçekten sol bir parti olabilse, durum böyle mi olurdu?
O partinin ileri gelenleri bugün kamuoyunu önüne çıkıp da Recep Tayyip Erdoğan’a, “Sen 10 seneden beri Kürt sorunu konusunda ne yaptın? Kürt sorununu nereden nereye getirdin?” diye hesap sormaz mıydı?
***
Şu ülkenin şanssızlığına bakın!
Bir yanda islamcı, ümmetçi bir iktidar, karşısında ittihat terakkinin uzantısı bir muhalefet.
Yazık, gerçekten çok yazık!