İnsan, Konumu ve Ulaşım

İnsan, kendini ve çevresini de deneyim ve akıl yolu ile tanıyarak konumlandırıyor. Varlığı ve varoluşu ise inanma yolu ile kabul edip kendini (ben’i) merkeze koyarak konumlanıyor. Bu inanç ve akıl ile de kendine meşruluk kazandırarak hak ve yetki sahibi saymakta.
Bilimsel veriler evrenin-dünyanın oluşumu süreci sonrası insanın 3 milyon yıl önce iki ayağı üzerine kalkması ile insanı var sayıp konumlandırır. Yani insanın hayvandan ayrılışını, insanın iki ayağı üzerine kalkması ve alet yapıp kullana bilme yetisi ile başlatır.
Yeni doğan bir insan iki ayağı üzerine iki yaşı ile birlikte kalkmaya başlar ama hala her şeye bağımlıdır. Çevresindeki yaşamı taklit ederek var olmaya çalışır. Yani henüz akıl kullanamamakta. Aklını kullanacağı alt yapı da doğal ve toplumsal yaşam.
Bu yaşamdan doğan akıldan ne çıkar? 50 bin veya 10 bin veya 100 yıl önceki atalarımızdan farkımız ne? İhtiyaç ve gereksinimlerimiz, değer yargılarımız, düşünce dünyamız, önceliklerimiz, hissettiklerimiz ne idi? Duygu ve düşüncelerimiz ne idi? Bunu yaşadıklarımızdan çok görsel ve yazılı belgeler yolu ile tanıyoruz. Yani kendimiz düşünce üretmeden toplumda dolaşan düşünce kalıplarından alıyoruz.
Tarihi ve günümüz sembol ve kimlikler incelendiğinde bedensel görünüş, saç sakal, üzerine giyilen kıyafet hep temsil ettiği inancın ve düşüncenin yansıması olagelmiştir. Hayvanlardaki davranış ve şekil insanda gizlenmiştir. Din ve devlet kurumlarındaki hiyerarşi ve kılık kıyafet bunun göstergesidir.
Her değeri insan üretiyor. İnsan bunu inancından ve geleceğe olan bakışından, gereksiniminden alıyor gözüküyor. En zor ve imkânsız ortamda bir de bakıyorsun içinden bir reçete çıkıyor ve insanlığı kurtuluşa götürüyor.
Buraya kadar, bilimsel toplumun kabul ettiği insanı 3 milyon yıl önce ortaya çıkan bir varlık olarak kabul ettiği görüntü ve potansiyel ile ele aldık.
Dini çevreler insanı Allah’ın yoktan var ettiğini ifade etmekteler. Ancak bunu nasıl yaptığı modernist akıl ile bilimselliğe konu edinilmekte. Kur’an’ı kerimin bu konudaki ayetleri göz ardı edilmekte ve dinsel anlatı ağır basmaktadır. Her iki taraf karşının ne dediğini anlamaya çalışmadan kendi dili ve yargısını savunmakta.
Şöyle bir soru akla getirelim. İki ayak üzerine kalkmadan önceki evre? 13,5 milyar yıl evren için ve 4.5 milyar yıl da dünyamızın varoluşuna süre biçiliyor. Bu evrenin var oluş tarihi ve başlangıç bigbang ise ondan önceki bigbanglar.. Ve bu süreçte olmayan nasıl sonradan olabilir? Akla ait sorular dür gitsin...
Bu verilere düşünce yolu ile ulaşabiliyorsak ve düşünen de biz isek bu bizden ayrı bir varoluş olmamalı. Her düşünceye bir kelime elbisesi giydirip isim ve resim ile biri birinden ayıran olarak yaratan düşünce ile birlenebilinir mi? Birlenirse nerde nasıl birlenir ve burada birey var mıdır?
Bundan bizim niye haberimiz yok veya bunun neresindeyiz? Yaşadığımız toplumda her insanın bir zatı birçok da sıfatı var. Yani her birey kendi varlığı ile perdeli ve kendinin konumlandırdığı akıl her şeye olduğu gibi beden saydığı kendine de baş son arıyor ve kendini varlıktan ayrı sayıyor. Halbuki varlık, varoluş bir ve bütün olarak işlediği anlaşılmakta.
Her insanın dünyaya gelmesi bir big banga benzetilebilir. Her birey, tüm varoluşu içinde taşıyarak kimliği ile sıfırdan başlayarak tüm yaşamı deneyimleyip tur ettirmede. Yani dini anlatımla düşünce yargılanmak üzere tanrı katına dönmede. Bu düşüncenin varoluşa bütünleşmesi insanı sonsuzluğa, ölümsüzlüğe kavuşması demek. Ebedi hayat ve cennet...
İnsanı düşünce ile var ettik. Peki bu düşünce nereden geliyor? Hareketten, değişim ve dönüşümden. İnsan niyet ve eylemleriyle değişim ve dönüşümünü kendi üzerine sardığında bigbang ile yaşıt bir varlık oluyor. Dondurduğunda ise tarihsel, toplumsal kültürel bir kimlik. İnsanı sınırlayan, donduran bireysel zaaflar ve toplumsal yaptırımlar – yasalar olarak gözükmektedir. Bu kurallar aşıldıkça da yaşam alanı genişlemektedir. Birey olarak kendimizi sınırlayan kurallardan memnun isek bir sorun bulunmamakta.
Düşünce var olan, düşünme var olanı ortaya çıkartan eylem. Bu da ancak düşünenin idrakinde olup biten şey. Bir anlamda tüm varlık ve hareketleri düşüncenin yansımasıdır. Her birey bunu kendi yapısı ve kapasitesince okur ve yaşar. Biz, var olanı yargımızla mahkum ettik ve varlıktan ayrı düştük. Ben kimim, niçinim, var olan ne? gibi soruları onu kaynağına ulaştıracağını düşünüyorum
Doğal halimiz kalmadığından bizi var edeni tanımıyor; fizik, kimya, biyoloji ve beşeri bilimler ile yaşantımıza alıyoruz. Bu yoldaki birikintiyi düşün dünyamız olarak görüp aldığımızdan ana kaynaktan kopuğuz ve bu yolda karınca adımları ile gidiyoruz.
Hâlbuki her bireyin dünyaya geliş amacı olarak kendini ve varlığı tanıma, yüceltme, o kaynağa erme hak ve gücü verilmiştir. Bu hakkı ilk kullanana Adem denmiş ve yaratıcının halifesi, varlığın halini ifa eden – yaşayan adam adı konmuştur. Bu düşüncenin ardılları peygamberler, veliler gerçek ve taklit olarak günümüze kadar gelmişlerdir.
Doğadaki çekim-itim insan cinsleri arasındaki sevgi ve nefret duygusu da çekim ve itimler harekete, değişim ve dönüşüme neden olarak düşüncenin yayılmasını sağlamaktadır. Ademin iki evladı olan Habil ve Kabil; bir yerde yetenek ve sevgi birbirinde yok olarak insanlığı ilerletmektedir.
Yüce Atatürk insana tanım ve konumlandırmada araç olarak “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir” diyerek eğitim kurumları açarken inanç bağlamında da Diyanet İşleri Başkanlığını kurup Kuranı Kerimin tercümesini yaptırarak tüm vatandaşların o gerçeğe ulaşmasına yol açmıştır.
İtikat akit-sözleşme demektir. Nasıl ki herhangi bir bilimsel disiplinde var olabilmek için o bilim dalının kürsü başkanı ile sözleşerek o ilmin yasalarına ve tekniğine tabi olarak o bilimi elde edip eylemleme yetisi alıyorsak inanç konusunda da İmam Maturidin’in ilkelerini esas alarak Allaha erme ve onun halifesi olabilme yolunu seçmiştir.
Matüridî'ye göre iman; "Kalp ile tasdik"tir. Diliyle ikrar ettiği halde kalbiyle tasdik etmeyen kimse mümin değildir. Kalp ile tasdik demek o inancını bir adam ile sözleşerek yani maddi veya manevi inancını kaptan kaba, kalıptan kalıba evirerek kendinde birlemek ve o olmak demektir. Yani düşünceye konu olanı düşünerek ve onun oluş yolunu takip ederek var edeceksin. Öyle dil ile söylem ve inanıyorum demekle olmuyor. İman mertebesine çıkartıp Muhammed’ül Emin (sevgi ve güven duyulan adam) olacaksın. Bu da 1400 yıl önce yaşasaydım meselesi değil o düşüncenin temsilcilerini bulup yaşamakla mümkün olan bir şeydir. Hacı Bektaşı Veli, “İlim ile gidilmeyen yolun sonu karanlıktır derken” madde ve manayı bir tutmuşlardır.
İnsanı esas aldığımızda ne olur? Her insan hak sahibi olur ve hakikat güneşi doğar. İnsanı oluşturan şartları esas aldığımızda ne olur? İnsan olamayız. Ne oluruz? Doğadaki diğer hayvanlar gibi biri birini yiyen biyolojik döngü. Döngü döner, ilerlemez.
Kutsal kitaplar o nedenle Adem’i esas secdegah-kabul yeri olarak konumlandırmıştır. Nasrettin Efendi Eşeğimin ayağını bastığı yer merkez derken ben’i insan nefsini esas alarak ölçme değerlendirme yapmakta. İnsana mı yakınız yoksa bedene mi?
İnsan ünsiyet duyan enis olan; yani ilahiyattan gelen aramızdaki yaşam arzusunu yaşayan ve taşıyan demektir vesselam.
