Tolstoy ve Sisyphos Rehberliğinde Hayatın Anlamına Dair: Anlamsızlığın İçindeki Anlam Arayışı (2)

YAYINLAMA: 01 Ocak 2026 / 00.00 | GÜNCELLEME: 31 Aralık 2025 / 16.10

Bundan önceki yazımızda yaşamın anlamını tartışmaya başlamıştık. Sahi, biz dünya denilen bu mekâna neden geldik? Kaosa düzen getirmek ise amaç, bunu biz fanilerin yapması kanımca mümkün değil. İnsan; bırakın düzen getirmeyi, içindeki eksik ve eziklikten kaynaklanan güç hırsının tutsağı durumundadır. Bu nedenle gittiği her yere kan, gözyaşı, acı götürerek kaosun kendisi haline gelmiştir. Medeniyet kurduğuna inanırken bile doğal ve beşerî tüm kaynakları hoyratça tüketip ardından müthiş ikiyüzlülükle, sürdürülebilirlik palavralarıyla doğa aşkıyla ortaya çıkmaktan utanmamıştır. Bununla birlikte; kendisine ait olmayan topraklarda hegemonya kurarak hükümdarlığını ilan etme peşinde koşmuş, bu uğurda bırakın sıradan varlıkları, yeri geldiğinde tüm kardeşlerinin ipini çekmekte de tereddüt etmemiştir. Ne yazık ki kültürel tarihin her döneminde yaşanmış binlerce acı örneğe rağmen, eğri cetvel ile doğru çizgi çizmek ne kadar zorsa insan gibi eksik ve ezik bir varlıktan kendisini tanımadan tamamlanmasını beklemek o kadar zordur.

Zor; çünkü biz, sonlu olduğunu çok çabuk unutan beşeri varlıklarız. Hayatın anlamsız, suni, aldatıcı olduğunu bilsek de Yunan mitolojisindeki tanrılar, tanrıçalar misali ölümsüzlüğünü simgeleyen Ambrosia’yı elde etmeye çalışırız. Bu şekilde, zamanı dolan faniler yerine yenilerinin gelip bizlere sonsuza kadar hizmet etmesini bekleriz.

Bunun bir örneğini, beni en çok etkileyen kitaplardan birisi olan Gılgamış Destanı’nda anlatılan öyküde görmekteyiz. Gılgamış; tiranlıkta ve zalimlikte sınır tanımayan, sonsuza kadar bu şekilde yaşayacağını düşünen, yarı tanrı yarı insan olarak tasvir edilen Uruk Kralı’dır. Yaşamını eziyet çektirmek üzere kurgulamış bu zavallı; en yakın dostu, doğanın ve hayvanların yoldaşı olan Enkidu’nun ölümüyle acı gerçekle yüzleşir ve ölümsüzlüğü aramaya başlar. Çok geçmeden hayatın anlamının güç sahibi olmak yahut zalimlik değil, hayattayken potansiyelini en iyi şekilde kullanmak ve faydalı işler yapmak olduğunu anlar. Ve dönüşüm böylece başlar. Dönüşüm de Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin ayna metaforunda anlatıldığı gibi, kalbin üzerindeki nefis ve kibir ipoteğini kaldırmayla başlar. O öyle bir aynadır ki üzerindeki pislik, sıradan bir insanın kendisini âlem aynasında dev görmesine sebep olmaktadır. Ne zaman ki aynada gördüğü şeyin aslında sıradan bir fani olduğunu anlar; o vakit sahip olduğu gücün sınırlılığı ve geçiciliği gerçeği ile karşı karşıya kalır. Gılgamış; aynanın kirini, pasını, tozunu, bir başka deyişle karakterinin merkezine koyduğu kibri, harisliği ve gaddarlığı temizleyerek katarsise yani arınmaya başlar. Çünkü anlamıştır ki mesele bedensel sonlulukta değil, tinsel varlığın sonsuzluğundadır ve buna da ancak arınmayla ulaşılabilir. Lakin bu zihinsel ve eylemsel dönüşüm herkese nasip olmuyor. Burada akla, hayatın anlamını en iyi şekilde analiz ederek betimlemiş olan Albert Camus gelmektedir.

Hatırlanacağı üzere, önceki yazımda yaşamın anlamının Albert Camus açısından farklı olduğunu belirtmiştik. Camus, mitolojik, teolojik, beşeri kahramanlar arasında hiç ayrım yapmadan, bence bu acı gerçeğin farkına varan ve buna farklı bir yorum getiren ender şahsiyetlerden biridir. O yoruma göre, her varlık mutlaka bir güce sahip olmak ister. Mutlak gücü ele geçirdiğinde ise diğer varlıkların üzerinde koşulsuz biat, itaat ve sadakate dayalı boyun eğme talep eder. Talep ettiği şeyler arasındaki bir başka gerçek ise bilgiye (ilahi), zekâya ve cesarete yer olmamasıdır. Çünkü bilgi, zekâ ve cesaret, hükümdarlıklarını ilan ettikleri alanda büyük bir tehdit oluştururlar. Bu nedenle güce ve düzene karşı çıkan ve buna yeltenen kim varsa kafası ezilip ruhuna ipotek konur. Gücü eli tutanlar; bilgi, zekâ ve cesaret üçgeninde oluşan cevhere sahip olanlara asla tahammül edemezler. Bu tespitin en önemli örneklerinden biri olan Prometheus’un başına gelenleri daha önce anlatmıştım. Prometheus da bildiğiniz gibi, zekasının ve cesaretinin kurbanı olarak tanrılar tarafından ölene kadar cezalandırılmıştı.

Tüm bu acı öğretilerin ışığında Camus, bize Sisifos misali, yaşadığı sürece mahkûm edilmiş sonlu varlıkların omuz ve ruhlarındaki sonsuz ağır yüklere, sorumluluklara rağmen hayata sıkı sıkı sarılmalarının önemini dile getirmiştir. Camus’un absürtlüğün altında yatan sebeplerin başında, insanın kendi düşünce ürünü olan duygu ve özellikleri Antropomorfik Tanrı figürüne yükleyerek gerçek düşüncelerini kamufle etmesi gelmektedir. Ben bu nedenle absürtlüğü; insanın kendi doğasındaki kibir, ihtiras, riyakârlık, ikiyüzlülük, korkaklık, sıradanlık, hasetlik, kıskançlık, omurgasızlık ve kullanılmaya teşne varlıkların çokluğundan kaynaklanan bir yaşamın sebep olduğu anlamsızlık hâlidir diye anlıyorum. Camus; yaşamın tüm absürtlüğüne rağmen akla, bilgiye, niteliğe önem veren biz Sisifos’ların her şart ve koşulda önüne konan tüm engellere rağmen mutlu olunması gerektiğini salık vermiştir. Yaşamın anlamsızlığından dolayı yaşanmaya değmediği düşüncesiyle hayatına son veren çok sayıda insan tanıdığını söyler ama Galileo’nun canını kurtarmak için geri adım atmasından dolayı Sisifos Söylencesi’nin 15. Sayfasında der ki: “iyi ki etmiş, zaten bu yaşam, uğruna yakılıp ölmeye değmezdi.”. Camus için kendini öldürmek, yalnızca 'çabalamaya değmez’ anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle zulme ve anlamsızlığa karşı çaba göstermek varken ölmeyi tercih etmeyi doğru bulmamıştır.  

Şimdi gelelim bir önceki yazımda belirttiğim ikinci hikâyeye. Tolstoy’un İtiraflarım kitabında hayatın anlamına dair anlattığı, beni inanılmaz etkileyen hikayesine bir göz atıp sonra onun analizini, yani çözümlemesini yapalım.

“Eski bir Doğu masalında, bozkırlarda vahşi bir hayvanın saldırısına uğrayan bir gezginden bahsedilir. Canavardan kaçmak için gezgin, boş bir kuyuya saklanır; ancak kuyunun dibinde ağzı açık, onu yutmaya hazır bir ejderha görür. Zavallı adam; yırtıcı hayvandan korktuğu için dışarı çıkmaya cesaret edemez, ejderhadan korktuğu için de kuyunun dibine inmeye cesaret edemez. Bunun üzerine kuyunun çatlaklarından büyüyen bir çalının dalına tutunur. Kolları zayıflar ve her iki tarafta da onu bekleyen ölüme razı olmak zorunda kalacağını bilir. Yine de tutunmaya devam eder; tutunurken etrafına bakınca biri siyah, diğeri beyaz iki farenin, asılı olduğu çalının dalını kemirerek etrafında döndüğünü görür. Er ya da geç onu yiyecekler, dal kırılacak ve gezgin ejderhanın ağzına düşecek. Gezgin bunu görür ve kaçınılmaz olarak yok olacağını bilir. Ama hâlâ oradayken çalının yapraklarında birkaç damla bal görür, dilini uzatır ve onları yalar. Aynı şekilde ben de hayat ağacına tutunuyorum; ölüm ejderhasının kaçınılmaz olarak beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu çok iyi biliyorum ve bu işkenceye nasıl düştüğümü anlayamıyorum. Bir zamanlar beni teselli eden balı yalamaya çalışıyorum ama artık bana zevk vermiyor. Beyaz fare ve siyah fare —gece ve gündüz— asılı olduğum dalı kemiriyor. Ejderhayı açıkça görebiliyorum ve bal artık tatlı gelmiyor. Sadece bir şey görebiliyorum: kaçınılmaz ejderha ve fareler... Gözlerimi onlardan ayıramıyorum. Ve bu bir masal değil; gerçek, herkes için tartışılmaz ve anlaşılır bir gerçek.

Kısaca, bu hikâye, bize hayatın anlamının nasıl anlaşılması gerektiğini çarpıcı bir şekilde betimlemektedir. Sembolik olarak çıkarımlar yapacak olursak; gezgin kişi, yaşamın acılarla dolu olduğunu ve yolun sonunda her faninin tadacağı sonla karşılaşacağını bile bile bundan kaçıp duran bir ‘survivor’dır. Fakat bu kaçış, nafile bir çabadır. Gezgini kovalayan canavar, insanı sürekli ‘test eden’ hayatın zorlukları, hastalıklar, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar, toplumsal baskılar, ölüm ve başarısız olma korkularıdır. İnsan bu canavardan doğduğu andan itibaren kaçmaya çalışır. Kuyu ise aslında kaotik dünyanın sembolik anlatımıdır. Bu kaotik survivor adasında insan bir cambaz misali ipin üzerinde veya başka bir deyişle sıratın üzerindedir. Bazen hazları elde ederek (ödül vs.), bazen de korkularının (başarısızlık) esiri olarak hayatta kalmaya çalışır. Kuyudaki ince dal ve üzerindeki siyah ve beyaz fareler ise insanın tutunduğu dal ile yaşam süresini ifade eder. Öyle bir saattir ki ne zaman duracağını (gece ya da gündüz), ne zaman bozulacağını öngöremezsiniz. Saat neye tutunursa tutunsun er veya geç oradan düşecektir. O tutunduğu dalın kenarından damlayan bal ise nefisten başka bir şey değildir. Nefis hazdır. Haz ise insanın kendi ezik ve eksikliğinden kaynaklanan üstünlük görmesini sağlayan geçici ve aldatıcı başarılar ve buna dayalı olarak kendi hayal dünyasında duyduğu üstünlük kompleksinden başka bir şey değildir. Tüm bu hazların tuzlu su ile susuzluğu gidermek olduğunun farkına varmayan, elbette ki kendini kandırdığının da farkında olmayacaktır.

Bu masal aynı zamanda Tolstoy’un ömrü boyunca “Neden yaşamalıyım, neden bir şey istemeli ya da bir şey yapmalıyım?” ve “Beni bekleyen kaçınılmaz ölümün yok etmediği, hayatımda herhangi bir anlam var mı?” sorularına bir nebze de olsa cevap vermektedir. Hayatın anlamının şan, şöhret, mal, mülk, statü gibi gelip geçici zevklerden olmadığını anlatması bakımından büyük önem taşımaktadır. Tolstoy, mütevazı ve dışsal onayın aranmadığı bir yaşamın; karşılıksız yapılan yardım ve dayanışmanın, özdenetimin ve özsaygının, hayatın anlamının anlaşılmasında büyük önem taşıdığını söylemiştir.

Benim içinse hayatın anlamı sırasıyla şunlardır: Birincisi; insanın sadece kendisini keşfetmesi değil, sahip olduğu potansiyelin farkına varıp adeta usta bir terzi veya bir heykeltıraş edasıyla olmak istediği en iyi hâli kendi irade ve çabasıyla ortaya çıkarma sürecini durmadan sürdürmesidir. İkincisi; gerek manevi gerekse biyolojik beklentilere dayalı yaşanılan hazların, aslında deniz suyu içerek susuzluk gidermekten farksız olduğunu anlamasıdır. Üçüncüsü; hayatın anlamı içine sıradan fanilerin basit ve hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan düşünceleri, övgüleri, onayları ve alkışları dâhil değildir. Bu geçici hazlara dayalı yaşamın, insanın kendine olan öz saygısını ve potansiyelini, objektiflik ve yaratıcılık ilkelerinden uzaklaştırma tehlikesi taşıdığını unutmamasıdır. Kendi içsel varlığını değil de dış dünyanın sıradan 'Pandora'larını beslediği gerçeğinin farkına varmasıdır. Başkalarının görüş, takdir ve düşüncelerine bağımlı olmanın, kendi özgün ve özgür karakterine zincir vuracağının bilincinde olmasıdır.

Son olarak; bizler sonlu varlıklar olduğumuzu bile bile bu doğal ve kaçınılmaz sondan kaçamayacağımızın farkında olmalıyız. Montaigne’in dediği gibi; ölüm korkusunu aşmanın, özgürleşmenin başlangıcı olduğunu bilmek gerekir. En değerli varlığı olan yaşamın bile geçici olduğunu bilen insan; içsel özgürlüğünü başkasının düşüncelerinden ve baskılarından uzak bir şekilde elde ederse, artık kimse tarafından boyun eğdirilemez. Bu gerçeği içselleştiren bir ruhun köleleştirilerek boyun eğmesi mümkün değildir. Ezcümle; kaçışı olmayan bir son içerisinde, kendisini balın tadına bağlayarak nefsin kölesi olmak yerine kalıcı eserler bırakmasının daha önemli olduğu gerçeğini aklından çıkarmamalıdır."

Bitirirken bir de kalıpların dışında bir yeni yıl mesajı vermek istiyorum ama yukarıda yazılı aslında.

Yeni yıl dileğim: Aklınızı kullanmaya ve kendinizi tanımaya cesaret ettiğiniz, potansiyelinizi ve cevherinizi keşfettiğiniz ve bunları olduğunuz değil, olmak istediğiniz insan için kullanmaya söz verdiğiniz; başkalarının sıradan düşüncelerine değil asil vicdanınıza kulak verdiğiniz; incitmeyi ve incinmemeyi öğrendiğiniz bir yıl diliyorum. Dikkat edin, ben başarı dilemedim. Sebebini öğrencilerim biliyor ama sizler de tahmin ediyorsunuz. Ben başarı değil yukarıdaki dileklerle kendinizi aşmayı diliyorum ki yazının konusu olan hayatın anlamını anlatabilmiş olalım.

Dr. Öğretim Üyesi Ali Yüce, Kapadokya Üniversitesi

Tolstoy ve Sisyphos Rehberliğinde Hayatın Anlamına Dair: Anlamsızlığın İçindeki Anlam Arayışı (2)
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *