ANASAYFA arrow right Güncel

Kimsenin kimseye güvenip inanmadığı bir toplum!

Kimsenin kimseye güvenip inanmadığı bir toplum!
YAYINLAMA: 25 Kasım 2024 / 11.51
GÜNCELLEME: 25 Kasım 2024 / 11.51

Psikiyatrist Yankı Yazgan’a göre kimsenin kimseye güvenmediği ortamlarda insanlar çetelere, otoriter yönetimlere yöneliyor. Yazgan, dijital malzemenin kontrolsüz biçimde çocukların önüne konmasına dair endişeleri ise haklı buluyor.

İçinde bulunduğumuz dijital devrimin, hızlanan iletişimin, sosyal medyanın, sanal oyunların insan psikolojisi üzerindeki etkileri tartışılıyor. Bu devrimin sosyal birer varlık olarak çocukların gelişimini etkileme biçimi ebeveynler açısından kaygı nedeni. Sosyal hayattan çekilip dijital kalabalığa giren çocukların burada nasıl dönüştüğünü ise muhtemelen gelecekte daha iyi anlayacağız.

Öte yandan, ergenlerin ve yetişkinlerin geleceğe ilişkin kaygılarını giderme biçimi de başka bir kaygı kaynağı oluşturuyor. Çeteleşmenin küçük yaşlara kadar indiği, şiddetin ve zorbalığın olağanlaşmaya başladığı bir ortamda toplumsal barış nasıl sağlanır? Binlerce yıllık insanlık serüveninin bakiyesi olan medeniyet neyle sınanıyor?

Çocuk, genç ve aile psikiyatrisi alanlarındaki bilimsel çalışmalarıyla, tespit ve önerileriyle tanınan Prof. Dr. Yankı Yazgan’la söyleşimizin ikinci bölümüne buyurunuz…

Benim çocukluğumun ilk yıllarında köyde elektrik, dolayısıyla televizyon olmadığı için “dünyaya” dair bildiklerimiz ebeveynlerimizden anlattıklarından ve bizim küçük dünyamızda gördüklerimizden ibaretti. Televizyon geldikten sonra bu alan genişledi ama, sonuçta o da, başta cinsellik ve şiddet olmak üzere pek çok alanda kontrollü bir yayıncılık yapıyordu. Şimdi ise yeni iletişim araçları ve mecraları açısından durum çok daha karmaşık. Çocuklar, belki de bir çocuğun taşıyamayacağı, ruh yapısını değiştirecek düzeyde bilgi ve görüntüyle karşılayabiliyor. Bazen bir bilgisayar oyununun içine gömülmüş cinayet veya cinsellik sahnesine de tanık olabiliyorlar. Bu açıdan bakıldığında, yeni nesillerin “hayatın gerçek yüzüne”, henüz psikolojik olarak hazır olmadıkları bir yaşta tanık olduklarını, dolayısıyla da eski kuşaklara göre çok daha farklı nesillerle karşı karşıya kalacağımızı söylemek mümkün mü?

Birincisi, yeni kuşakların önündeki bilginin çoğalması onları daha bilgili, daha ilgili ve daha yaratıcı yapmıyor. Her şeyden evvel bu kadar bilgiyi işlemeniz pek mümkün değil. İkincisi, bunca enformasyonun altında ezilebilir, bilgiye olan ilgiyi kaybedebilirsiniz. Bu çokluk çocuklar açısından odaklanamama, derinleşememe sorunu yaratıyor. İlginin, bilginin, sevginin, sezginin, empatinin birer sosyal refleks olarak harekete geçmesini sağlayan ilişkilere daha az yer ve zaman bırakıyor. Oysa babaannenizin kucağında dinlediğiniz bir masal, masalın kendisinden öte dinleme anındaki temas, sosyal refleksleri harekete geçirip, empatinin devreye girmesini doğrudan sağlıyor. Aynı masalı dinleseniz de, sizinle karşılıklı ilişkiye girmeyen bir anlatıcının yaratacağı sosyal beyin aktivitesi daha düşük düzeyde kalıyor.

DİJİTAL MALZEMENİN KONTROLSÜZ BİÇİMDE ÇOCUKLARIN ÖNÜNE KONMASINA DAİR ENRDİŞELER HAKLI

Peki çocuğunun çevresine ilgi duymadığını, agresif davrandığını, derslerine veya herhangi bir konuya odaklanmadığını söyleyen ebeveynlere, “elindeki tableti alın” mı diyorsunuz?

Okurlar söyleşinin bu kısmını bir teknoloji karşıtlığı ya da “nerede o eski günler” serzenişi gibi değerlendirmesin. Aksine, teknolojinin sağladığı açılımların insan olma sürecimizi nasıl geliştirdiğine dair soruya cevap arayanlardanım. Çocukların davranışlarını tek değil, birden çok parametre belirler. Dijital materyalin bu parametrelerden birisi, ama bazı özellikleri nedeniyle en güçlülerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Çocuğun gelişim yaşına uygun olmayan, hemenciliği ve algoritmik düşünceyi körükleyen, başkasına önem ya da değer vermeye, düşünme ve anlamaya pek yer bırakmayan dijital materyalle karşılaşması, onlar açısından çok risk barındırıyor. Çocukların yetişkinlerden en büyük farklarından biri, değişik yaş dönemlerinde, değişik düzeyde bilgi ve uyaranı işlemleyebilme kapasiteleri. 3 yaşında bir çocukla 12 yaşındaki bir çocuk arasında, 12 yaşındaki bir çocukla 14 yaşındaki çocuk arasında bu anlamda ciddi farklar var. Çok ilginç, merak ve öğrenme arzusunu doğurucu dijital malzemeler var, oyunlar arasında da… Ancak bunlar çocukların radarına pek girmiyor; çabuk keyif ve başarmışlık hissi verecek, saldırgan dürtülerin anında doyurulmasına dayalı olanlar tutku ile oynanıyor. Sosyal medya tutkunluğu ile özellikle ergen kızlarda depresif duygulanımı ve intihar düşüncesi arasındaki ilişkileri gösteren yayınlar da ikna edici, Dijital malzemenin, dijital dünyanın kontrolsüz bir biçimde çocukların önüne konmasına dair endişeler bu açıdan haklı. Eldeki gözlem ve bulgular çocukların korunması gerekliliğini gösteriyor. Fakat buna dair kontrolü kimin yapacağı da tartışmalı.

SÜREKLİ EKRAN KARŞISINDAKİ BEYAZ YAKALIYA ‘ÇOCUĞUNU EKRANDAN UZAK TUT’ DEMEKLE SONUÇ ALINAMAZ

Sonuçta kontrol etme sorumluluğu ebeveynde değil mi?

Bu sadece ebeveyne yıkılamayacak bir sorumluluk. Çünkü meselenin ebeveynle çözülemeyecek boyutları var. Devleti veya başka otoriteleri, bahsettiğimiz tipte içerik oluşturucu şirketleri sorumluluğa davet eden görüşler var. Nasıl ki, bağımlılık yapabilir, zarar verebilir düşüncesiyle içki ve sigaranın 18 veya 21 yaş altına ulaşmasına karşı düzenlemeler varsa, çocukların içki ve sigaraya erişimini engellemek anne-babanın sorumluluğuna bırakılmayıp bu konuda kamu-özel sektör işbirliğiyle çeşitli mekanizmalar geliştiriyorsa, dijital içerikler konusunda da benzer mekanizmaların geliştirilmesi gerekiyor. Anne-babalar sürekli “çocuğunuzun gelişimi için şunu yapmalısın, bunu etmelisin” diye uyarılıyor. Oysa unutmayalım, onlar da içinde bulunduğumuz, insanın insanlıktan çıkma korkusunun yaygınlaştığı bu belirsizlik ve kaygı çağının bir parçası. Ayrıca beyaz yakalıları düşünün; gece-gündüz ekran karşısında olan bu insanlara, “çocuğunu ekrandan uzak tut” demekle sonuç alınamaz. Ya da, etrafımıza bakalım, aynı masada yemek için bir araya gelmiş dört insanın zamanlarının ne kadarını ekranlarına bakıp like’lama ve likelanma ile geçirdiklerini görelim. Çocuklardan bırakmalarını istediğimiz alışkanlığın ya da merakın ne kadar güçlü olduğunu, adeta başa çıkılamaz gözüktüğünü kendimize bakarak görebiliriz.

KAMU OTORİTELERİ DİJİTAL İÇERİKLERİ YASAKLAYAN DEĞİL, DÜZENLEYEN OLMALI

Fakat toplumsal yapılar, kamu otoriteleri devreye girdiğinde, bu sefer yasakçılığın kapısı açılmış olmuyor mu?

Evet, öyle. Kamu otoriteleri dijital içerikleri yasaklayan değil, demokratik bir biçimde ve çocuğun korunmasını gözeterek düzenleyen olmalı. Ancak çocukları ya da toplumu, toplumun ahlakını, güvenliğini koruma, baskıcı rejimin bir bahanesi oluveriyor. Bu nedenle yasakçılık ve baskıcılık için malzeme edilecek bir yanlış anlamaya düşeceğim diye korkarak konuşuyorum. Bu açıdan çocukların dijital içeriklere, ya da yaşlarına uygun ve gelişimlerine katkıda bulunacak her türlü malzemeye erişiminin belirlenmesi de son derece politik bir süreçtir. Ülkemizi bırakalım, ABD’de çocukların ahlaki gelişimini bozucu etkilerden korumak gibi yüce bir amaç gözeterek okul kitaplıklarından çıkartılan yasaklı kitaplara bakalım. Hoş, bu kitaplar ülkemizdeki kitaplıklara zaten daha baştan girememiş olduğu için bu örnek anlamlı olmayabilir. Ruh sağlığı, insan gelişimi ile ilgili koruyucu tutumların kolayca bir mengeneye dönüşmesi riskini aklımızda tutalım.

Peki çözüm ne?

İlk çözüm, yasakçılık ile sınır koyma arasındaki farkı her adımda gözeterek ilerlemek. Bu süreçte zararlı durumları azaltmak ve uzaklaştırmak için ideal yolları bulduğumuzu düşünelim. Bunun dışında çocukların aktif olarak kendilerine zarar veren durumları fark etme ve kaçınma becerilerini destekleyici neler yapılabilir sorusu ise cevap bekleyecek.

PSİKİYATRİDE “REÇETE” HER BİR BİREY İÇİN AYRIDIR

Peki bilimin, psikiyatrinin bu konuda net bir reçetesi yok mu?

Bir kere psikiyatride “reçete” her bir birey için ayrıdır. Reçetelerimizde sadece ilaç yok, nadiren tavsiye ama genellikle bir tür pusula oluyor. O yüzden herkes için geçerli, kullanılabilir bir reçete üretmek kolay değil. Diğer yandan, içinde olduğumuz dönemin değişim hızı, gözlenen problem çeşitliliğini de çok artırıyor. Otizm spektrum bozukluğu, ya da dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu gibi, her biri için ayrı tanı koyma algoritması, tedavi protokolü geliştirdiğimiz problemler var. Ama beyin gelişimindeki yalpalamalar ile ilişkili bu nörogelişimsel problemlerin ortak zeminleri var. Fakat bunların yaşama yansıyışı, doğurduğu zorluklar, kişinin başa çıkma biçimleri müthiş bir çeşitlilik arzediyor. Hatta normalle anormal, tipikle atipik ayrımını yapmanın çok zor olduğu gri alanlar var. Nitekim bu nedenle pek çok şeyi “Neurodiversity” (Nöroçeşitlilik) kavramı içinde açıklamak daha anlaşılır ve kapsayıcı oluyor.

Ne demek nöroçeşitlilik?

Tıbbi terminolojide nörogelişimsel bozukluklar olarak adlandırılan durumları tıbbın düzelticilik bakışının dışında, kapsayıcılık perspektifi ile yeniden tanımlamak. “Neurodivergent” kelimesinden çıkarsak: Beyin-ruh-zihin gelişiminde “herkesin” gittiği ana yoldan uzaklaşmış, “ıraksamış” olmak.

Anlamadım…

Yerleşik olmayan ve nihai şeklini almamış bir kavram üzerinde konuştuğumu hatırlatarak başka bir betimleme yapmayı deneyeyim o zaman. Bir davranış örüntüsü var, bunların görüldüğü durumlarda kişi toplumsal normdan uzaklaşıyor, çan eğrisinin uçlarında yer almaya başlıyor. En uç şekli tedavi, ya da bir müdahale gerektiriyor. En uçta olduğu için değil, çocuğun gelişimini, kazanımlarını engellediği, geri dönülmez kazanım eksiklerine yol açtığı için bu müdahale gerekiyor. Aynı davranışın norma daha yakın olan ama yine de uçta sayılan şekilleri de var. Uçlara yakın olan, birçok kişiye “tipik değil” gözüken ama gelişime etkisi sınırlayıcı olmayan, hayatı “uç” düzeyde etkilemeyen durumları da katarak bu farklılıkları başkalaştırmadan, dışlamadan ama tipikleştirmeye çalışmaksızın ele almaktan söz ediyorum. Ortak sayılan dili konuşamayan birisine ortak dili öğretmek yerine, o kişinin dili ile eğitim yapmak gibi ikilemlerdekine benzeyen bir kapsayıcılık problemi yani.

ZORBALIKLA MÜCADELE ORTAMLARI ÖĞRENCİLERİN VE ÖĞRETMENLERİN RUH SAĞLIĞINDA KORUYUCU ROL OYNAR

Yine anlamadım…

Yine klişe bir örnek vereyim: Tedavi edip etmeme kararından bağımsız olarak düşünelim; bir çocuğun dikkati dağınıktır. O zaman dersi izlemesini mümkün kılacak bir ortam sağlamak zorundayız. Sınıftaki öğrenci sayısının buna uygun, oturulan her yerin öğretmene eşit mesafede olması gibi koşullar yaratmak bir çözümdür. Neurodivergent çocuk için yapılacak düzenleme bu açıdan tüm çocuklar için iyi oluyor. Aslında maalesef zorbalık da bu bağlamlarda daha çok ortaya çıkar.

Nasıl yani?

Herhangi bir aksaması, zaafı, başkalığı olan bir sınıf arkadaşını “hizaya getirmek” ya da “rahatsız edicilikten çıkartmak” gibi amaçlar yakıştırılan fiziksel, duygusal, siber zorbalıkları düşünün. Birçok okulda öğrenciler bu davranışlarını “okulumuzun geleneği, kültürü” diye açıklarlar. Okul yöneticilerinin müsamahası, bazı durumlarda da bunu bir yönetim olarak benimsemesiyle böyle bir “kültür” icat edilir. Yaş normuna ait özelliklerden psikolojik mazeretler üretenler bile olur. Yıllarca o kültürün içinde yetişmiş ve zorbalığın değişik cihetlerinde yer almış olan eski öğrenciler de, gerçeği hiç unutmayan ama yanlış hatırlayanlar olarak bu “kültürün” devamlılığında rol oynarlar. Fakat okulun kültürünü “birbirine iyi davranmak” olarak tanımlayan bir kuşak geldiğinde, bu tip “kültürlerin” dönüştüğüne tanık olmuş birisi olarak, okullarda zorbalıkla mücadelenin toplumsal düzeyde olumlu sonuçları olduğunu düşünüyorum. Üstelik, zorbalıkla mücadele edilen ortamlar öğrencilerin ve öğretmenlerin ruh sağlığında koruyucu rol oynar. Bunlar mikro düzeyde örnekler ama çocuklar için bütün toplumsal hayatın bu şekilde düzenlenmesiyle, ruh sağlığı krizlerine bütünlüklü bir çözüm bulunabilir. Hava kirliliği ile artan solunum hastalıklarını, mesela astma’yı düşünün. Eğer toplumda hava kirliliği nedeniyle astım hastaları olumsuz etkileniyorsa, sadece o hastaları tedavi etmekle çözüm bulunmaz. Çünkü sürekli yeni astım hastaları ortaya çıkar. O halde öncelik, hava kirliliğini ortadan kaldıracak tedbirlere verilmeli.

TASARLANMIŞ KÖTÜLÜKLERİ BELİRSİZLİĞİN YARATTIĞI KAYGIYLA AÇIKLAYAMAYIZ

Belirsizlikten duyulan korku, insana büyük kötülükler yaptırır mı?

Sabırsızlık, bekleyemez hale gelmek, dürtülerimizi salıvermek karşı karşıya olduğumuz belirsizliği gidermek için gösterdiğimiz davranışlardan bazılarıdır. Sabırsızsak bir an evvel neticeye ulaşmak isteriz, dolayısıyla da davranışlarının ne tür sonuçlar doğuracağını, başkalarını nasıl etkileyebileceğini hesaplamaya zaman ve fırsat bulamayız. Yani belirsizlik koşullarında, kötü, başkasına acı ve zarar verici sonuçları olan davranışlar artabilir. Fakat, tasarlanmış kötülükleri belirsizliğin yarattığı kaygıyla açıklayamayız. Kötü davranışın sonrasındaki duygulara bakarak, başkasına zarar ve acı vermekten duyulan acıya, suçluluğa, pişmanlığa, üzüntüye, bu duyguların olup olmadığına bakarak kötülüğün tasarlanmış olup olmadığını anlayabiliriz.

İNSANLIK REFLEKSLERİNDE BÜZÜŞME YAŞANIYOR AMA UMUTSUZ OLMAK İÇİN YETERLİ SEBEP YOK

Peki geleceğin belirsizliğinin daimileşmesi, insanın hayata dair ilgisini, umudunu yitirmesine neden olur mu? Üstelik geleceğe ilişkin belirsizlik Türkiye’yle sınırlı değil, küresel ölçekte. Bu da insanın insanlığa, insanlık değerlerine, demokrasilere, medeniyete dair ilgisini azaltmıyor mu? Küresel ölçekte popülist sağın yükselmesini, sola, sol değerlere, sol hareketlere ilginin azalmasını bu şekilde izah etmek mümkün mü? Dahası, bu umut yitimi, insanın medeniyeti terkiyle sonuçlanabilir mi?

Zannetmiyorum. Kanımca güneşin batmadığı, ama bulutların güneşin önünü kapattığı bir çağdayız. İnsanın temel refleksleriyle ilgili yapısal bir değişiklik yok henüz. Fakat bu reflekslerin, belirsizliğin uzun sürmesiyle birlikte eskisi kadar hızla harekete geçmediği, geçmeyeceği söylenebilir. İnsanlık reflekslerinde büzüşmenin yaşandığı bir çağdayız. Yine de dış koşulların, insanın temel özelliklerini ortadan kaldırıcı güçte olmadığını unutmamalıyız. Tek tek bireylerin insani özelliklerini ortadan kaldıran dönemler ve koşullar olabilir. Mesela normal koşullarda karıncayı ezmeyecek insanlar, savaş sırasında karşılarındaki insanları rahatlıkla öldürebilirler. Ama, örneğin savaşta insan öldürmüş kişi, savaş bitince, bu sefer sağlam bir savaş karşıtı olabilir. Bu da savaşın, onun insanlığını tamamen yok etmediğine dair önemli bir gösterge. Dolayısıyla insanlığa ilişkin umudu kaybetmek için henüz yeterince sebep yok. Fakat insanın insanlıktan çıkmaması için de sürekli bir mücadele, çaba gerekiyor. İnsanca bir yaşamın koşullarını oluşturduğumuzda da, cinayetler, intiharlar olabilir ama, salgınlar durur.

BAŞKALARI TARAFINDAN GÜVENİLİR OLMAK DA İNSANI GÜVENDE HİSSETTİRİYOR

İnsanın insanlıktan çıkmaması için nasıl bir sürekli mücadele yürütülebilir?

İlişki kurmak temel bir içgüdümüz. İnsan dünyaya geldiği andan itibaren ilişki arar ve bu ilişkinin de güvenli bir ilişki olmasını ister, daha doğrusu buna ihtiyaç duyar. Topluluklar, toplumlar, devlet sistemleri de benzer ihtiyaçları karşılayacak niteliklerde organizasyonlar olarak ortaya çıkar. Fakat insanların birbirleriyle güven içinde ilişki kurması sağlanamadığında, güvenlik ihtiyacı artar. Kimsenin kimseye güvenmediği ortamlarda insanlar bu organizasyonlara, otoriterlik, çeteleşme gibi güvenlik ihtiyacını karşılayacak yapılara yöneliyor. Özellikle evlerde, anne-baba-çocuk ilişkilerinde, daha sonra okul ortamlarında, öğretmen-öğrenci-öğrenci ilişkileri güvene dayalı olarak kurulduğunda, bu durumun ruh sağlığını koruyucu, gelişimi kollayıcı etkileri var. Bu zeminde büyüyen ya da yetişenler olumsuz, ağır ve insanlıktan çıkartıcı yaşam koşullarında bile insan kalabiliyor.

Nasıl mesela?

Mesela 1990’ların sonunda Afganistan’da yapılmış çalışmalar bunu gösteriyor. Olumsuz koşullara rağmen, ailede güven içinde büyümüş ve anlamlı ilişkiler kurabilmiş çocukların, köktendinci örgütlerin baskısından ve sürüp giden çatışmalardan psikolojik olarak daha az etkilendiği ortaya konmuş. Ülkemizde de kamu personeli için yapılan anne-babalık üzerine düşünme ve bilgi-beceri edinme amaçlı eğitimlere katılanlar, eğitimin sonunda "vatandaşa artık hoyrat davranmadıklarını” bildirdiler. Çocukları ve eşleriyle güvene dayalı bir ilişkiyi nasıl geliştireceklerini düşünmek, gündelik hayatlarında çatışma çıkmasına yatkın durumlardaki davranışlarını değiştirmiş, uzlaşmaya daha açık, çatışmaya kapalı olmuşlardı. Bu ve benzeri bulgulara bakınca, insanların birbirlerine iyi davranma eğilimini canlı tutan, güven yaratan ortamları artırmaya kafa yormalıyız. Belki böylece toplumsal şiddet eğilimlerini azaltabilir, hoyratlığı ortadan kaldırabiliriz. “Medeniyet kaybına” uğramamış insan gruplarını artırmak, insanlığın bu çağı daha az hasarla atlatmasını sağlamak için hayati önemde olacak.

TOPLUMSAL BARIŞIN YOLU BİREYLER ARASI GÜVENDEN GEÇER

Yani “özgüvenli çocuk” yetiştirmek, güvenilebilir çocuk yetiştirmekten mi geçiyor?

Bana gelen ebeveynlere, “çocuğunuzun nasıl olmasını istersiniz” diye sorduğumda, bazıları, “özgüvenli olsun, kendinden başka kimseye güvenmesin” diyor. Halbuki başkasına güvenebilecek ve başkaları tarafından güvenilir çocuklardan, insanlardan oluşan bir topluma özlemimiz var. Güvenin ortaya çıkıp serpildiği, bize güvenenlerden kendi güvenimizi kazandığımız “yuvalardan”, barışçıl ailelerden toplumsal barışa giden bir yol da olabilir. Bu çabaya bir slogan bulalım dersek, ‘yuvada sulh, yurtta sulh!’ derim.

Yorumlar
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *