Güz vakti Ankara'da bir soluk...
Mühendislik Fakülteleri dekanları Ekim dönemi toplantılarına Hacettepe Üniversitesi evsahipliği yaptı. Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe Kampüsü’nü hiç görmemiştim, iki gün orada yaşamak iyi geldi! Tamamen ağaçlandırıldığı, hatta içerisinde ördek yüzen doğal havuzlar da bulunduğu için pek güzel. Özellikle sonbahar olması nedeniyle bazı ağaçların sarı, kahverengi renkleri kampüsün doğasına bir tablo havası veriyordu adeta. Öğrenci kasabasındaki sırf öğrenciler için yapılmış evler de şahaneydi. Hacettepe’de okuyan çocuklar çok şanslı.
Hacettepe Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Yılmaz Kaptan ve eşi Fitnat Kaptan bize çok başarılı şekilde ağırladılar. Fitnat Hanım aynı zamanda eğitim fakültesinde görevli, profesör. Toplantıya katılan dekan eşlerini önce MTA’nın yeni devreye giren Tabiat Tarihi Müzesine götürdü. Sergi salonun da 5 binden fazla eser bulunan müze, dünyanın oluşumunu olduğu kadar Türkiye’nin üzerinde bulunduğu kara parçasının da nasıl oluştuğunu, hangi evrelerden geçtiğini anlatması bakımından çok önemli. Fitnat Hanım’ın ricası üzerine müzede bizi Ebru Albayrak gezdirip, birifing verdi..
Ebru Hanım’a sorduğum sorulardan anladığım kadarı ile, Anadolu’da dinazor iskeletlerin bulunmamasının sebebi, onların yaşadığı dönemde kara parçalarının Kuzey Amerika ve Rusya’da olduğu gibi daha kuzeyde ve Afrika gibi daha güneyde bulunması, Anadolu’nun yerinde ise bir okyanus olduğu. Nitekim, müzede sergilenen Ankara’nın 13 kilometre kuzeyinde bulunan ammonit denen dev mürekkep balığı akrabasının günümüzden 185 milyon yıl önce yaşamış olması bunun kanıtı. Müzede ayrıca, Maraş fili denilen günümüzden 3500 sene önce yaşamış, Sakçagözün’de bulunmuş bir de fil fosili bulunuyor. MTA Tabiat tarihi müzesindeki Ankara tavşanı da çok ilginç... Aynı keçi gibi uzun uzun tüyleri var, demek ki angora denilen kazaklar orjinal olarak bu tavşandan yapılıyordu. Sürekli olarak konuşulan ama bir türlü göremediğimiz “Anadolu panteri” ve “Anadolu leopar”ının doldurulmuş gövdeleri de yine müzede sergilenen eserler arasında.
Manisa’nın Kula ilçesinde 13 bin sene önce yaşamış bir adamın ayak izini de görmek çok ilginçti... Ebru Hanım, bu ayak izlerinin nasıl oluştuklarını da detaylı şekilde anlattı. Anladığım kadarı ile bölgede bir lav patlaması oluyor. Akan lavın, henüz soğumadan üzerine basılırsa ayak izi kalıp, günümüze kadar ulaşıyor.
Anıtkabir’i uzun yıllardan beri görmemiştim. Çok önemli şeyler kaçırdığımı bu sefer görünce anladım. Mozolenin durduğu yerde bir değişiklik yok ama, Anıtkabir’in içindeki müze fevkalade geliştirilmiş. Duvarlara Kurtuluş Savaşını, Çanakkale savaşını, Sakarya muharebesini anlatan olağanüstü güzel tablolar yerleştirmişler. Tabloları, aralarında Rus ressamların da bulunduğu kabarık sayıda profesyonel bir ressamlar gurubu yapmış. Anıtkabir’i gezdiren rehberler de mükemmel. Bizi Atatrük’ün kütüphanesine de götürdü. 3 binden fazla kitap var. Çoğu Atatürk tarafından, hem de kenarlarına kurşun kalemle not alınarak okunmuş. Etkilenmemek mümkün değil. Doğal olarak, kitapların sadece ciltlerini görebiliyoruz. Rehbere “bu kitaplar hangi konuları kapsıyor?” dedim. “Daha çok dünya tarihi ve dünya siyaseti” dedi.
Ankara Kalesi ve çevresi restore edileli çok oldu. Ben orada gündüz vakti yaya olarak gezmemiştim. Bu sefer, sağolsun Dilek Hanım bizi yaya dolaşmak zevkinden mahrum etmedi. Kale çevresindeki dükkanlarda çeşitli turistik eşyalar satılıyor. Ama satılanlardan ziyade dükkanların dışardan görünümleri renk renk ve çok güzel. Yine kale çevresinde bulunan Pirinç Han’da, antikacıların yanısıra iğne oyası satan dükkanlar da var. Ayrıca bu bölge sanat çevresi, çok sayıda atölyede çeşitli sanatçılar hem çalışıp, hem de eserlerini sergiliyorlar.
Rahmi Koç Müzesi’nin bulunduğu Çengelhan’da Kale’de bulunuyor. Han, 1522-23 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. 2003-2005 yılları arasında aslına uygun olarak yenilenmiş ve çok şık olmuş. Müzede oyuncaklardan tutun, karayolu, demiryolu, hava yolu ulaşım araçlarına kadar çok sayıda maket veya aletin küçük bir kopyesi sergileniyor. Girişteki daha önce üzeri açık avlu olan bölümde Vehbi Koç’un ilk işe başladığı dükkan var. Dükkanda hırdavatın yanısıra baharat ve o yıllarda Türkiye’de dokunan kumaş örneklerini de bulmak mümkün.
Dekan Yılmaz Kaptan ve Fitnat Hanım bizi içerisinde bol sanatın olduğu bir koktelyle ağırladı. Bir keman ve gitardan oluşan konserin yanısıra, hayatımda ilk kez canlı çalan bir tulum sanatçısına şahit oldum. Emin Yağcı Rizeli ve tulumu çalabilen ender insanlardan birisi. Aynı zamanda Devlet sanatçısı... Tulum, bildiğiniz keçinin derisi. Çok ilginç bir görünümü var. Çalarken kuvvetli şekilde üflüyor, sonra bekliyor, alet daha önce üflediğini kendi başına çalıyor. Biraz tiz bir sesi var, ama dinlerken rahatsız etmiyor. Emin Bey bize mini bir konser verdi, pek beğendim. Emin Bey ayrıca kemençe de çalıyor.
Gelincik ressamı Hikmet Çetinkaya, Dekanlara bir tablosunu hediye etti. Hikmet Bey, “kan çiçekleri” dediği gelincik motiflerinin ağırlıkta olarak yer aldığı tablolar yapmayı tercih ediyor. Günün şanslısı, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Tuncay Döğeroğlu’na çıkan gelincik tablosu da konuşuyordu bence. Hikmet Bey’in diğer tablolarına websitesinden ulaşmak mümkün.
Eymir Gölü, Ankara’da ODTÜ’nün kullanımına sunulmuş bir alan. Göl çevresinde hoş kafeler var. Mevsim gereği sararan yaprakların yanısıra, burayı kışlık mekan olarak kullanan yaban ördeklerini de gördüm. Başlarında gagalarına kadar beyaz bir şerit vardı. Daha önce bu türü yakından görme şansım olmamıştı. Herhalde gelenler alıştırmış, oturduğumuz kafenin önünde çok sayıda ördek vardı. Onlara simit parçaları attım, birbirlerini iterek kapıştılar. Mümkün olduğu kadar her ördeğe bir parça gelecek şekilde attım, başarabildim mi bilmiyorum.
İçerisinde MTA müzesi ve Anıtkabir gezisi olan birkaç günlük Ankara tatilini herkese tavsiye ederim.